İstanbul’un eski semtlerinden biri olan Bakırköy, Avrupa yakasında, Marmara Denizi’nin kuzeydoğu sahilindedir. kuzeyindeki E-5 Karayolu sınırı olup, Güngören ve Bahçelievler ilçeleri; güneyinde Marmara Denizi, doğusunda Çırpıcı deresi sınır olup, Zeytinburnu ilçesi, batısında ve kuzey-batısında ise Küçükçekmece ilçesi bulunmaktadır. Bu sınırlar içerisinde Bakırköy ilçesi 35 km² alana kuruludur. Bahçelievler, Güngören ve Bağcılar ilçeleri 1992 yılında Bakırköy’den ayrılarak ilçe olmuşlardır. 1957’ye kadar Zeytinburnu, 1989’a kadar Küçükçekmece ve Avcılar ilçeleri, Bakırköy’e bağlıydı. İstanbul’un eski ilçelerinden olan Bakırköy, Osmaniye, Kartaltepe, Zuhuratbaba, Zeytinlik, Cevizlik, Sakızağacı ve Yenimahalle mahallelerinden oluşur.
Bakırköy, antik çağlarda, Bizans’ı Avrupa’ya bağlayan ana yol üzerinde kurulmuş bir şehirdi. Hebdemon adıyla tanınan bu şehir, daha sonra Balkan kavimlerinin, Haçlıların ve Latinlerin istilalarını yaşadı. Osmanlı döneminde Rum, Türk ve Ermenilerden oluşan renkli bir nüfus yapısına sahip olan Bakırköy’ün adı, Bakırköy zamanla Jeptimun, Makrohori, Makriköy, 1925' te ulusal sınırlar içindeki yabancı kaynaklı adların değiştirilmesi sırasında, adı Bakırköy olarak belirlendi. İlçe sınırları içinde bulunan Yeşilköy (Ayestefanos) 1877-78' de Rus işgaline uğramış (3 Mart 1878)''de Ayestefanos Antlaşması da burada imzalanmıştır. II. Abdülhamit döneminde gelişen ve köşklerle donanan Makriköy, 19. yüzyıl sonlarından beri İstanbul''un bir ilçesi durumundaydı.
Bakırköy'ün yayıldığı plato, düz ve hafif dalgalı bir yüzey oluşturup, aşınımla önemli ölçüde taşınmıştır. Plato, aşınma oluklarıyla birkaç bölüme ayrılmış olmasına rağmen, vadi oluşumları son derece önemsizdir. İlçenin Marmara Denizi'ne olan kıyıları, fazla engebeli değildir. Genel görünüm, geniş koylar ve burunlar şeklindedir. Çırpıcı, Çavuşpaşa ve Uzundere''nin aktığı kıyı alanları, alüvyonlara dolmuştur. Sakızağacı ve Bakırköy burnunda ise dalgaların etkisiyle aşınan felezler ve bunların önünde aşınma düzlükleri görülür. Bakırköy'ün Marmara Denizi''ne olan kıyıları, Florya kıyıları dışında, geniş bir yerleşme alanının kıyısı durumuna dönüşmüştür.
Tarihi gelişmesi içinde, Antik Çağ' dan günümüze çeşitli tarihi eser bırakan Bakırköy''ün önemli tarihi eserleri olarak, Bizans döneminden kalma Fildamı (Fildamı Sarnıcı), 17. yüzyıl Osmanlı mimarisini yansıtan Baruthane, aynı dönemde yapılan, ancak 1875''de Sultan Abdülaziz tarafından yeniden inşa edilen Çarşı Camii ve Çeşmesi, aynı dönemde yaptırıldığı sanılan Şifa Hamamı, 19. yüzyılda yaptırılan Bez Fabrikası (Bakırköy Pamuklu Sanayi Müessesesi), Yeşilköy yalıları, Bakırköy evleri, kiliseler, köşkler, Florya Deniz Köşkü sayılabilir.
Florya, Yeşilköy, Yeşilyurt ve Ataköy Plajları, kıyı kahveleri gezinti yerleri ile yöre hakkında hizmet veren Florya'nın önemli bir yeri vardır. Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu büyük önder Atatürk'ün buyruğu ile kurulmuş Atatürk Ormanı doğal güzelliğinin yanında önemli oksijen kaynağıdır.
Hava, Kara, Deniz ulaşımı açısından Türkiyenin en zengin ulaşımına sahip Bakırköy, Uluslararası Havacılık alanında faaliyet gösteren Atatürk Havalimanı ile büyük bir turizm potansiyeline sahiptir.
Yıllara Göre Bakırköy Nüfusu:
1997 (214.417)
1990 (270.731)
29 Mayıs 2017 Pazartesi
21 Mayıs 2017 Pazar
Yerebatan Sarnıcı
Sultan Ahmet meydanının yanında Yerebatan Sarnıcı ve Binbir direk sarnıcı bulunmaktadır. Binbir direk sarnıcında 224 sütun direk bulunur ve 4. yüzyılda yapıldığı tahmin edilmektedir.Yere batan sarnıcı ise 336 sütundan oluşur ve MS (527-565) de yapılmıstır. Osmanlı döneminde 2şer kez restore edilen bu sarnıçlar. Şuan kültürel faaliyetler için halkın kullanımına açılmıştır.
Yerebatan Sarnıcı için Detay Konu
Meydanın orta yerinde Kayzer Wilhelm'in ziyaret hatırası olarak yapılmış olan Alman Çeşmesi bulunmaktadır. Meydanın batısında ise İstanbul Adliyesi yer almaktadır. Meydan günümüzde İstanbul'un en önemli turistik merkezidir.
Öyküsü su seslerine karışan 1500 yıllık bir mekan
Sultanahmet’te bulunan Yerebatan Sarnıcı, 542 yılında Bizans İmparatoru Justinyen tarafından At Meydanı’nın diğer tarafında bulunan Büyük Saray’ın su ihtiyacını karşılamak üzere yaptırılmıştır.
Fetihten sonra yaklaşık yüzyıl süreyle sarnıcın varlığı fark edilmemiş; ancak bodrumlarında su biriktiren ve deliklerden sepet sarkıtarak balık tutan insanların varlığının anlaşılmasıyla keşfedilmiştir. Osmanlı döneminde onarılarak kullanılan sarnıcın giriş kısmındaki evler 1940’larda belediye tarafından istimlak edilerek, giriş için düzenli bir bina yapılmıştır.
1985-1988’de Büyükşehir Belediyesi geniş ölçüde bir temizlik ve onarımdan geçirilen sarnıçtaki su ve dipteki çamur birikintisi boşaltılmış, temizlenmiş, batıdaki ucuna kadar uzanan bir iskele yapılmış, ayrıca kuzeydoğu köşeye de bir platform inşa edilmiştir.
Sarnıç uzunluğu 140 metre, genişliği 70 metre dikdörtgen biçiminde bir alanı kaplayan, dev bir yapıdır. 52 basamaklı taş bir merdivenle inilen bu sarnıcın içerisinde her biri 9 metre yüksekliğinde 336 sütun bulunmaktadır. Birbirine 4.80 metre aralıklarla dikilen bu sütunlar, her biri 28 sütun içeren 12 sıra meydana getirirler. Sarnıcın tavan aralığı kemerler vasıtasıyla sütunlara aktarılmıştır.
Çoğunluğu daha eski yapılardan toplandığı anlaşılan ve çeşitli mermer cinslerinden yontulmuş sütunların büyük bir kısmı tek parçadan bir kısmı da iki parçadan oluşmaktadır. Bu sütunların başlıkları yer yer farklı özellikler taşır. Bunlardan 98 adedi Corint üslubu yansıtırken bir bölümü de Dor üslubunu yansıtmaktadır.
Sarnıcın tuğladan örülmüş 4.80 metre kalınlığındaki duvarları ve tuğla döşeli zemini Horasan harcından kalın bir tabakayla sıvanarak su geçmez hale getirilmiştir. Toplan 9,800 m2 alanı kaplayan bu sarnıç yaklaşık 100,000 ton su depolama kapasitesine sahiptir.
Son restorasyonda içi kuru olmasına rağmen sarnıca tekrar su geldiğinden bugün hala 1-2 m arasında su bulunmaktadır. Halen İstanbul Kültür ve Sanat Ürünleri Ticaret A.Ş. tarafından işletilen Yerebatan Sarnıcı’nda İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin çeşitli kültür etkinlikleri gerçekleştirilmektedir.
Yerebatan Sarnıcı için Detay Konu
Meydanın orta yerinde Kayzer Wilhelm'in ziyaret hatırası olarak yapılmış olan Alman Çeşmesi bulunmaktadır. Meydanın batısında ise İstanbul Adliyesi yer almaktadır. Meydan günümüzde İstanbul'un en önemli turistik merkezidir.
Öyküsü su seslerine karışan 1500 yıllık bir mekan
Sultanahmet’te bulunan Yerebatan Sarnıcı, 542 yılında Bizans İmparatoru Justinyen tarafından At Meydanı’nın diğer tarafında bulunan Büyük Saray’ın su ihtiyacını karşılamak üzere yaptırılmıştır.
Fetihten sonra yaklaşık yüzyıl süreyle sarnıcın varlığı fark edilmemiş; ancak bodrumlarında su biriktiren ve deliklerden sepet sarkıtarak balık tutan insanların varlığının anlaşılmasıyla keşfedilmiştir. Osmanlı döneminde onarılarak kullanılan sarnıcın giriş kısmındaki evler 1940’larda belediye tarafından istimlak edilerek, giriş için düzenli bir bina yapılmıştır.
1985-1988’de Büyükşehir Belediyesi geniş ölçüde bir temizlik ve onarımdan geçirilen sarnıçtaki su ve dipteki çamur birikintisi boşaltılmış, temizlenmiş, batıdaki ucuna kadar uzanan bir iskele yapılmış, ayrıca kuzeydoğu köşeye de bir platform inşa edilmiştir.
Sarnıç uzunluğu 140 metre, genişliği 70 metre dikdörtgen biçiminde bir alanı kaplayan, dev bir yapıdır. 52 basamaklı taş bir merdivenle inilen bu sarnıcın içerisinde her biri 9 metre yüksekliğinde 336 sütun bulunmaktadır. Birbirine 4.80 metre aralıklarla dikilen bu sütunlar, her biri 28 sütun içeren 12 sıra meydana getirirler. Sarnıcın tavan aralığı kemerler vasıtasıyla sütunlara aktarılmıştır.
Çoğunluğu daha eski yapılardan toplandığı anlaşılan ve çeşitli mermer cinslerinden yontulmuş sütunların büyük bir kısmı tek parçadan bir kısmı da iki parçadan oluşmaktadır. Bu sütunların başlıkları yer yer farklı özellikler taşır. Bunlardan 98 adedi Corint üslubu yansıtırken bir bölümü de Dor üslubunu yansıtmaktadır.
Sarnıcın tuğladan örülmüş 4.80 metre kalınlığındaki duvarları ve tuğla döşeli zemini Horasan harcından kalın bir tabakayla sıvanarak su geçmez hale getirilmiştir. Toplan 9,800 m2 alanı kaplayan bu sarnıç yaklaşık 100,000 ton su depolama kapasitesine sahiptir.
Son restorasyonda içi kuru olmasına rağmen sarnıca tekrar su geldiğinden bugün hala 1-2 m arasında su bulunmaktadır. Halen İstanbul Kültür ve Sanat Ürünleri Ticaret A.Ş. tarafından işletilen Yerebatan Sarnıcı’nda İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin çeşitli kültür etkinlikleri gerçekleştirilmektedir.
At Meydanı - Sultanahmet Meydanı
Sultanahmet Meydanı İstanbul'un en önemli meydanlarından biridir. Bizans devrinde Hipodrom olarak bilinirdi. “Hipodrom” At binenlerin, atların meydanı anlamına gelir. Osmanlı döneminde buraya At Meydanı denirdi.
Günümüze çok az kalıntıları kalan Bizans devri önemli yapıları ve abideleri Hipodrom çevresinde inşa edilmişti. “Büyük Saray” diye bilinen İmparatorluk Sarayı Hipodromun yanından başlar, aşağılara, deniz kenarına kadar uzanırdı. Bu Saraydan günümüze bir büyük salonun yer mozaik panosu gelebilmiştir. Şehrin en önemli meydanı Agusteion ve burası ile cadde arasında Milerium zafer takı bulunurdu. Cadde, Roma’ya kadar uzanan yolun başlangıcı idi ve ilk kilometre taşı da buradaydı. Hamamlar, mabetler, dini, kültürel, idare ve sosyal merkezler bu civara yerleşmişlerdi. Semt Bizans ve Türk devirlerinde de merkezi önemini devam ettirmiştir.
İstanbul’un en önemli abideleri Ayasofya, Sultan Ahmet Camii, Türk ve İslam Eserleri Müzesi, Yerebatan Sarnıcı burada, Hipodromun çevresindedir. Şehrin ana caddeleri (aşağı limana inen ve batıya şehir surlarına doğru gidenler) Hipodromdan başlar ve yamaçları takip ederdi. Yol kenarları ticari kuruluşlar ve ikametgahlarla çevrili idi. Yan yollar dar ve bazıları basamaklarla yokuş aşağı uzanırlardı. Anayol kaldırımları bazen iki katlı, galerili inşa edilmişlerdi.
Roma İmparatorluğu ve sonradan Bizans İmparatorluğu devrinde hipodrom şehrin toplantı, eğlence, heyecan ve spor merkezi olarak 10 yüzyıla kadar önemini sürdürmüştü. Araba yarışları yanında, müzisyen toplulukları, dansözler, akrobatlar, vahşi hayvanlarla kavga gösterileri, toplantılar yapılırdı. Bütün bu faaliyetler için ise Roma devrinde bol tatil günleri mevcuttu. Dev ölçüde bir U harfi şeklinde olan hipodromun doğu uzun tarafında, damında 4 bronz at bulunan, balkon şeklinde, imparator locası yer alırdı. Ortada, hipodromun kum kaplı sahasını ikiye bölen, arabaların etrafında yarıştığı alçak bir duvar, bu duvarın üstünde de İmparatorluğun çeşitli yerlerinden getirilen abideler ve meşhur at yarışçıları ile atlarının heykelleri bulunurdu. Şöhretli bir araba yarışçısı akla gelebilecek her türlü maddi olanak içinde yüzerdi. Yarışçılar yeşil-mavi-sarı-kırmızı gibi politik güçleri de olan takımlara ayrılmışlardı. Zaman, zaman yarışlara politika karışır, karşılıklı güçlerin mücadeleleri korkunç katliamlara dönüşebilirdi. Hipodrom günümüze zemini 4-5 metre yükselmiş ve kalabilmiş 3 abide ile gelmiştir.
Bunlar Örme Dikilitaş, Mısır’dan getirilen Obelisk ve Delfi'deki ApollonYılanlı Sütun'dur. Osmanlı devrinde, bu meydanda bazen, eski günlerindeki zengin gösteriler gibi, çeşitli festival ve gösteriler tertiplenmişti. Hipodrom’un batısında, Sultan Ahmet Camii’nin karşısında yer alan Kanuni'nin sadrazamı İbrahim Paşa Sarayı 16. yy. zengin ve tipik özel sarayların günümüze gelen tek örneğidir. Bu güzel yapı Türk ve İslam Eserleri Müzesi olarak ziyarete açıktır. Hipodromdan günümüze yuvarlak güney ucu kalmıştır. Bu büyük kemerlerle donatılmış tuğla bir yapıdır. Sonraki devirlerde Hipodromun taş blokları ve sütunlarının tamamı başka yapılarda kullanılmıştır. Hipodrom girişi sağındaki parkta 4-5 yy. ait özel saray kalıntıları, az ilerisinde de Aya Öfemiya tapınağından getirtilen Bizans Kilisesinin kalıntıları bulunmaktadır.
Osmanlı zamanında da Yeniçeri isyanları bu bölgede gerçekleşir, kırk gün kırk gece süren şehzade sünnet düğünleri, şenlikler burada yapılırdı. İstanbul'da Halide Edip'in işgale karşı konuşma yaptığı 1920 Sultanahmet mitingi de burada yapılmıştır.
Günümüze çok az kalıntıları kalan Bizans devri önemli yapıları ve abideleri Hipodrom çevresinde inşa edilmişti. “Büyük Saray” diye bilinen İmparatorluk Sarayı Hipodromun yanından başlar, aşağılara, deniz kenarına kadar uzanırdı. Bu Saraydan günümüze bir büyük salonun yer mozaik panosu gelebilmiştir. Şehrin en önemli meydanı Agusteion ve burası ile cadde arasında Milerium zafer takı bulunurdu. Cadde, Roma’ya kadar uzanan yolun başlangıcı idi ve ilk kilometre taşı da buradaydı. Hamamlar, mabetler, dini, kültürel, idare ve sosyal merkezler bu civara yerleşmişlerdi. Semt Bizans ve Türk devirlerinde de merkezi önemini devam ettirmiştir.
İstanbul’un en önemli abideleri Ayasofya, Sultan Ahmet Camii, Türk ve İslam Eserleri Müzesi, Yerebatan Sarnıcı burada, Hipodromun çevresindedir. Şehrin ana caddeleri (aşağı limana inen ve batıya şehir surlarına doğru gidenler) Hipodromdan başlar ve yamaçları takip ederdi. Yol kenarları ticari kuruluşlar ve ikametgahlarla çevrili idi. Yan yollar dar ve bazıları basamaklarla yokuş aşağı uzanırlardı. Anayol kaldırımları bazen iki katlı, galerili inşa edilmişlerdi.
Roma İmparatorluğu ve sonradan Bizans İmparatorluğu devrinde hipodrom şehrin toplantı, eğlence, heyecan ve spor merkezi olarak 10 yüzyıla kadar önemini sürdürmüştü. Araba yarışları yanında, müzisyen toplulukları, dansözler, akrobatlar, vahşi hayvanlarla kavga gösterileri, toplantılar yapılırdı. Bütün bu faaliyetler için ise Roma devrinde bol tatil günleri mevcuttu. Dev ölçüde bir U harfi şeklinde olan hipodromun doğu uzun tarafında, damında 4 bronz at bulunan, balkon şeklinde, imparator locası yer alırdı. Ortada, hipodromun kum kaplı sahasını ikiye bölen, arabaların etrafında yarıştığı alçak bir duvar, bu duvarın üstünde de İmparatorluğun çeşitli yerlerinden getirilen abideler ve meşhur at yarışçıları ile atlarının heykelleri bulunurdu. Şöhretli bir araba yarışçısı akla gelebilecek her türlü maddi olanak içinde yüzerdi. Yarışçılar yeşil-mavi-sarı-kırmızı gibi politik güçleri de olan takımlara ayrılmışlardı. Zaman, zaman yarışlara politika karışır, karşılıklı güçlerin mücadeleleri korkunç katliamlara dönüşebilirdi. Hipodrom günümüze zemini 4-5 metre yükselmiş ve kalabilmiş 3 abide ile gelmiştir.
Bunlar Örme Dikilitaş, Mısır’dan getirilen Obelisk ve Delfi'deki ApollonYılanlı Sütun'dur. Osmanlı devrinde, bu meydanda bazen, eski günlerindeki zengin gösteriler gibi, çeşitli festival ve gösteriler tertiplenmişti. Hipodrom’un batısında, Sultan Ahmet Camii’nin karşısında yer alan Kanuni'nin sadrazamı İbrahim Paşa Sarayı 16. yy. zengin ve tipik özel sarayların günümüze gelen tek örneğidir. Bu güzel yapı Türk ve İslam Eserleri Müzesi olarak ziyarete açıktır. Hipodromdan günümüze yuvarlak güney ucu kalmıştır. Bu büyük kemerlerle donatılmış tuğla bir yapıdır. Sonraki devirlerde Hipodromun taş blokları ve sütunlarının tamamı başka yapılarda kullanılmıştır. Hipodrom girişi sağındaki parkta 4-5 yy. ait özel saray kalıntıları, az ilerisinde de Aya Öfemiya tapınağından getirtilen Bizans Kilisesinin kalıntıları bulunmaktadır.
Osmanlı zamanında da Yeniçeri isyanları bu bölgede gerçekleşir, kırk gün kırk gece süren şehzade sünnet düğünleri, şenlikler burada yapılırdı. İstanbul'da Halide Edip'in işgale karşı konuşma yaptığı 1920 Sultanahmet mitingi de burada yapılmıştır.
Yeşilköy tarihinde neler oldu?
1926 yılından önceki adı Ayastefanos’du. 1970'lerde İstanbul nüfusunun hızla artmasından önce Yeşilköy bir köy ve sahil dinlenme yeriydi. Osmanlı döneminde yaşayan halk daha çok Rumlardı. Bu dönemde balıkçı köyü olan Yeşilköy’ün adı Aziz Stefan’dı. Yeşilköy adını ise Cumhuriyet döneminde Halit Ziya Uşaklıgil'in yeşiline, doğasına hayran olduğu için aldığı söylenmektedir.
1203 yılında Haçlılar Latin ordusu Yeşilköy sahiline çıktı. 19. yüzyılda tüm köy güçlü Ermeni Dadyan ailesine ait oldu. Kırım Savaşı sırasında Fransızlar buraya yerleşti. 1878 Savaşında Ruslar Yeşilköy'de karargah kurdular. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı'nın sonuçlarını kayda geçiren Ayastefanos Antlaşması burada imzalandı. Ayrıca Sultan II. Abdülhamit'in Selanik'e sürgün kararı burada alındı.
1912'de Balkan Savaşları sırasında koleradan dolayı hasta olan binlerce asker buraya getirildi. Ve yaklaşık 3.000 asker öldü. Hareket Ordusu Selanik'ten başlayan yolculuğunda son molayı burada verdi. Bu tarihi konaklamanın izdüşümü Yeşilköy’ün sokak ve cadde isimlerine yansıdı.
19. ve erken 20. yüzyılda Yeşilköy İstanbul'un üst sınıfının favori dinlenme sahili ve avlanma yeri oldu. Nüfusunu Türkler, Rumlar, Ermeniler, Levantler oluşturdu. Bu hâlihazırdaki mevcut kalıntının işareti olarak İtalyan elçilik, İtalyan Katolik Mezarlığı, Ermeni ve Rum kiliseleridir. Bütün kiliseler St.Stephene adanır.
Bakırköy ilçesine bağlı ve Florya sınırlarında yer alan Yeşilköy, günümüzde İstanbul’un en pahalı semtleri arasında yer alır. 19. yüzyılın sonu 20. yüzyılın başlarında inşa edilmiş olan dikkate değer bazı ağaç Art Nouveau evlere sahiptir. Bir marinası ve kumlu plajları vardır.
Yeşilköy Sirkeci-Halkalı banliyö tren hattında bir istasyona sahiptir. İlk istasyon 1871 yılında inşa edilmiştir.
Yeşilköy’de yer alan tarihi yapılar hangileridir?
1.Ayastefanos Rus Abidesi
2.Çınar Otel
3.Ayastefanos Feneri
4.Dadyanlar Konağı
5.Yeşilköy Mecidiye Cami
6.Ayia Fotini Ayazması
1203 yılında Haçlılar Latin ordusu Yeşilköy sahiline çıktı. 19. yüzyılda tüm köy güçlü Ermeni Dadyan ailesine ait oldu. Kırım Savaşı sırasında Fransızlar buraya yerleşti. 1878 Savaşında Ruslar Yeşilköy'de karargah kurdular. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı'nın sonuçlarını kayda geçiren Ayastefanos Antlaşması burada imzalandı. Ayrıca Sultan II. Abdülhamit'in Selanik'e sürgün kararı burada alındı.
1912'de Balkan Savaşları sırasında koleradan dolayı hasta olan binlerce asker buraya getirildi. Ve yaklaşık 3.000 asker öldü. Hareket Ordusu Selanik'ten başlayan yolculuğunda son molayı burada verdi. Bu tarihi konaklamanın izdüşümü Yeşilköy’ün sokak ve cadde isimlerine yansıdı.
19. ve erken 20. yüzyılda Yeşilköy İstanbul'un üst sınıfının favori dinlenme sahili ve avlanma yeri oldu. Nüfusunu Türkler, Rumlar, Ermeniler, Levantler oluşturdu. Bu hâlihazırdaki mevcut kalıntının işareti olarak İtalyan elçilik, İtalyan Katolik Mezarlığı, Ermeni ve Rum kiliseleridir. Bütün kiliseler St.Stephene adanır.
Günümüzde Yeşilköy nasıl bir yerdir?
Bakırköy ilçesine bağlı ve Florya sınırlarında yer alan Yeşilköy, günümüzde İstanbul’un en pahalı semtleri arasında yer alır. 19. yüzyılın sonu 20. yüzyılın başlarında inşa edilmiş olan dikkate değer bazı ağaç Art Nouveau evlere sahiptir. Bir marinası ve kumlu plajları vardır.
Yeşilköy Sirkeci-Halkalı banliyö tren hattında bir istasyona sahiptir. İlk istasyon 1871 yılında inşa edilmiştir.
Yeşilköy’de yer alan tarihi yapılar hangileridir?
1.Ayastefanos Rus Abidesi
2.Çınar Otel
3.Ayastefanos Feneri
4.Dadyanlar Konağı
5.Yeşilköy Mecidiye Cami
6.Ayia Fotini Ayazması
20 Mayıs 2017 Cumartesi
Abdi Çelebi Camii
Marmara Caddesi’nde Surp Kevork Ermeni Kilisesi ile yanyanadır. Banisi, Çelebi Abdullah b.Abdurrahman Efendi’dir.
Mimar Sinan tarafından 1533-34 tarihinde, dolma bir suret üzerinde, dört fil ayağı üzerine bir kubbe oturtularak yapılmıştır. Cami 56 m2 olup avlusu 185 m2’dir. Caminin vakfiyesi olmadığından uzun süre bakımsız kalmıştır. II.Abdülhamid devrindede, caminin yanına bir karakol inşa edilmiştir. (Bu bina halen “Basılı kağıt ve Kıymetli Evrak Anbarları Şube Müdürlüğü” tarafından kullanılmaktadır.)
Karakolun inşaatını incelemeye gelen Serasker Rıza Paşa, camiyi harap vaziyette görünce hazineden bin altın harcayarak ihya etmiştir. Balkan ve 1.Cihan Harpleri nedeniyle bakımsızlıktan harap olan camii, Süeda Hanım öncülüğünde, Mahir ve Abdülkadir Bey’lerin yardımlarıyla 1933 yılında tamir ettirilerek yeniden ibadete açılmıştır.
Bu tamir esnasında caminin kubbesi yerine ahşap tavan yapılmış ve üstü kiremitli çatı ile örtülmüştür. İlk minberin 1756’da Mahmut Ağa koydurmuştur. Minberi ahşaptır.Mihrabı mavi üzerine beyaz renkte çeli-sülüs ihlas suresi yazılı çini bordür ile çevrilidir. Camiyi aydınlatan kıymetli kristal avize Naciye Sultan tarafından hediye edilmiştir.
Mimar Sinan tarafından 1533-34 tarihinde, dolma bir suret üzerinde, dört fil ayağı üzerine bir kubbe oturtularak yapılmıştır. Cami 56 m2 olup avlusu 185 m2’dir. Caminin vakfiyesi olmadığından uzun süre bakımsız kalmıştır. II.Abdülhamid devrindede, caminin yanına bir karakol inşa edilmiştir. (Bu bina halen “Basılı kağıt ve Kıymetli Evrak Anbarları Şube Müdürlüğü” tarafından kullanılmaktadır.)
Karakolun inşaatını incelemeye gelen Serasker Rıza Paşa, camiyi harap vaziyette görünce hazineden bin altın harcayarak ihya etmiştir. Balkan ve 1.Cihan Harpleri nedeniyle bakımsızlıktan harap olan camii, Süeda Hanım öncülüğünde, Mahir ve Abdülkadir Bey’lerin yardımlarıyla 1933 yılında tamir ettirilerek yeniden ibadete açılmıştır.
Bu tamir esnasında caminin kubbesi yerine ahşap tavan yapılmış ve üstü kiremitli çatı ile örtülmüştür. İlk minberin 1756’da Mahmut Ağa koydurmuştur. Minberi ahşaptır.Mihrabı mavi üzerine beyaz renkte çeli-sülüs ihlas suresi yazılı çini bordür ile çevrilidir. Camiyi aydınlatan kıymetli kristal avize Naciye Sultan tarafından hediye edilmiştir.
Abdi Subaşı Camii , Fatih
Abdi Subaşı Camii Tarihçesi
Abdi Subaşı Camii’nin Fatih Sultan Mehmet Vakfiyesi’nde Abdi Subaşı tarafından 15. yüzyılda yapıldığı kaydı vardır. Mahmut Ağa Camii, Kuburbeli Mescidi ve İncebel Mescidi gibi adlarla da anılır.
Yıllar içinde harap olduğu ve vakfı da tükendiği için Kanuni devri (1520-1566) Kırkçeşme Suları bina Emini Mahmut Ağa tarafından, Mimar Sinan’a, 1539 yılında yeniden yaptırılmıştır. Evliya Çelebi’nin kitaplarında da Abdi Subaşı Camii hakkında bu hususu belirtilmiştir.
1941 yılında civarda çıkan yangın, Cafer Subaşı Camii ile birlikte bu caminin de yanmasına neden olmuştur. 1989 yılında, Vakıflar İdaresi nezaretinde. Hacı Musa Bayraktar tarafından yeniden yapımına başlanmış ve 1996 yılının Ramazan ayında ibadete açılmıştır.
Dikdörtgen planlı cami; tuğla ve taşla inşa edilmiş, çimento ile sıvanmıştır. Çatı kiremitle örtülmüştür. Yapı, sokak seviyesinden aşağı bir arsada olduğundan mermer merdivenlerle, taşla kaplanmış küçük avluya inilmektedir. Avlunun solunda abdest alma mahalli ve tuvaletler, onun önünde minare, minareden ayrı olarak sağda cami yer almaktadır.
Avludan son cemaat yerine, oradan da ceviz kapı ile harime girilmektedir. Harim-deki mihrap mermerden, minber ve kürsü ahşaptan yapılmıştır. Düz tavan ahşapla kaplanmış, çıtalarla karelere bölünmüştür. Duvarlar yerden yarım metre yüksekliğinde ahşap lambri ile kaplanmıştır. Sol duvarda altlı-üstlü üçer, mihrap duvarında altlı-üstlü ikişer pencere vardır. Sağ duvarda hiç pencere yoktur. Harime giriş kapısının sağında, beton merdivenle üst mahfile çıkılmaktadır. Harimde beş namaz safında ve üst mahfilde toplam yüz kişi namaz kılabilmektedir.
İki bina arasındaki minareye, camiden bir köprü ile geçilmektedir. Tuğla ve taşla örülmüş minarenin şerefesi taştan yapılmış, külahı kurşunla kaplanmıştır.
Abdi Çelebi’nin, Mevlâna soyundan olduğu, Emir Buhari ile “pirdaş” olduğu ve mescid civarında gömülü olduğu belirtilmektedir.
Mevlâna soyundan birinin eserini, Koca Sinan’ın emeğini düşünürken, Abdi Subaşı Camii’nin aydınlığı, ferahlığı, pencereler ve avludan görülen nefis Haliç manzarası karşısında gelenlerin huzurla dolmaması imkânsızdır.
Abdal Yakup Dede Tekkesi
Fatih İlçesi’nde, Davutpaşa-Koca Mustafa paşa arasında, Davutpaşa Mahallesinde, Hekimoğlu Ali Paşa Caddesi. Esekapısı Sokağı ve Davutpaşa Değirmeni Sokağının kuşattığı arsa üzerinde, Hekimoğlu Ali Paşa Külliyesi içinde yer almaktadır. Kaynaklarda “Abdal Yakub Dede” “Asa-fî”. “Cedid Ali Paşa”, “Hekimbaşı Nuh Efendizadc Ali Paşa”, “Hekimoğlu Ali Paşa”, “Hekimzade” ve “Hekimzade Ali Paşa” adlarıyla da mezkûrdur.
Hayatı ve kişiliği hakkında pek az şey bilinen Abdal Yakub Dede tarafından, yaklaşık 18. yy ortalarında, daha sonra yerine İnşa edilen Hekimoğlu Ali Paşa Cami’nin avlusunda, şadırvanın bulunduğu yerde tesis edilmiştir. Sadrazam Hekimoğlu Ali Paşa (1689-1758.) 1147/1734’te burada cami ve külliyesini İnşa ettirirken, mimari özellikleri bilinmeyen bu ilk tekkeyi yıktırmış ve ll6l/1748’de. hemen yakınında, bugünkü yerinde ihya etmiştir. Bu arada, biri ilk tekkenin haziresinde gömülü olan Abdal Yakup Dede ile haleflerine, diğeri ise paşa ile aile efradına tahsis edilen iki bölümlü bir türbe inşa edilmiştir.
Tekkeyi oluşturan unsurlardan beş adet derviş hücresi doğu-batı doğrultusunda uzanan bir kitle içinde sıralanmaktadır. Duvarları moloz taş ve tuğla ile örülmüş, üstleri, aynı doğrultuda devam eden ve ahşap çatı akında gizlenmiş olan bir beşik tonozla örtülmüştür. Hücre dizisinin batı ucunda, sonradan eklenmiş olması muhtemel, nispeten büyükçe bir mekân yer alır.
Doğrudan ahşap çatı ile örtülü olan bu bölümün, meydan odası, taamhane veya mihmanhane olarak kullanıldığı düşünülebilir. Pencereler, ocaklar ve dolap hücreleri ile donatılmış olan bütün bu mekânların kuzey cephesi boyunca, zemini Arnavut kaldırımı döşeli, ahşap direklere oturan bir sundurma uzanmakta, kapılar bu sundurmaya açılmaktadır. Hücrelerin doğu ucunda ise, planı, üst yapısı ve cepheleri ile. alelade bir ahşap mesken niteliğinde olan iki katlı harem ve selamlık bölümleri bulunmaktadır, Söz konusu bölümlerle derviş hücrelerinde beşi erkek dokuzu kadın olmak üzere toplam on dürt kişinin ikamet ettiği Dahiliye Nezareti’ne hazırlanmış bir istatistikte belirtilmektedir.
Avlunun kuzey kesiminde, birbirine bitişik olarak tasarlanmış bulunan mutfak ile hamam bağımsız bir kitle oluşturmaktadır. Maliye Nezareli’nin 1325/1910 tarihli İstanbul Tekkeleri Taamiye ve Tahsisat Defteri’nde, Abdal Yakub Tekkesi’nin günde bir okka iki yüz dirhem et istihkakı olduğu kaydedilmiştir. Kare planlı mutfağın duvarları, almaşık olarak bir sıra kesme taş ve iki sıra tuğla ile örülmüş, mekânın üstü, içerden sivri tromplara, dışarıdan sekizgen kasnağa oturan, kurşun kaplı bir kubbe ile örtülmüştür
Doğu duvarında tuğla örgülü, yuvarlak kemerli geniş bir kapı ile bir pencere, kuzey duvarında aynı tür kemerlere sahip daha dar bir kapı ile, sonradan iptal edilmiş diğer bir pencere, sağır olan batı duvarında da İki adet niş bulunmaktadır. Mutfağın güneybatı köşesinde, geniş yuvarlak kemeri ile göze çarpan ocağın dışa taşkın kitlesinin yanına, tek birimli ufak bir hamam yerleştirilmiştir. Tek sıra tuğlayla örülmüş ince duvarları ve üstünü örten beşik tonozu ile küçük bir halvet niteliğindeki bu hamam ile mutlak uçağının arasında, su kazanının bulunduğu bölme yer almakta, başka bir deyimle ocağın aynı zamanda hamam külhanı olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır.
Türk mimarisinde benzeri hemen hiç bulunmayan bu mutfak hamam bağlantısı şüphesiz Abdal Yakub Tekkesinin en ilginç yanını oluşturmaktadır.
Kaynak: İstanbul Ansiklopedisi
Hayatı ve kişiliği hakkında pek az şey bilinen Abdal Yakub Dede tarafından, yaklaşık 18. yy ortalarında, daha sonra yerine İnşa edilen Hekimoğlu Ali Paşa Cami’nin avlusunda, şadırvanın bulunduğu yerde tesis edilmiştir. Sadrazam Hekimoğlu Ali Paşa (1689-1758.) 1147/1734’te burada cami ve külliyesini İnşa ettirirken, mimari özellikleri bilinmeyen bu ilk tekkeyi yıktırmış ve ll6l/1748’de. hemen yakınında, bugünkü yerinde ihya etmiştir. Bu arada, biri ilk tekkenin haziresinde gömülü olan Abdal Yakup Dede ile haleflerine, diğeri ise paşa ile aile efradına tahsis edilen iki bölümlü bir türbe inşa edilmiştir.
Tekkeyi oluşturan unsurlardan beş adet derviş hücresi doğu-batı doğrultusunda uzanan bir kitle içinde sıralanmaktadır. Duvarları moloz taş ve tuğla ile örülmüş, üstleri, aynı doğrultuda devam eden ve ahşap çatı akında gizlenmiş olan bir beşik tonozla örtülmüştür. Hücre dizisinin batı ucunda, sonradan eklenmiş olması muhtemel, nispeten büyükçe bir mekân yer alır.
Doğrudan ahşap çatı ile örtülü olan bu bölümün, meydan odası, taamhane veya mihmanhane olarak kullanıldığı düşünülebilir. Pencereler, ocaklar ve dolap hücreleri ile donatılmış olan bütün bu mekânların kuzey cephesi boyunca, zemini Arnavut kaldırımı döşeli, ahşap direklere oturan bir sundurma uzanmakta, kapılar bu sundurmaya açılmaktadır. Hücrelerin doğu ucunda ise, planı, üst yapısı ve cepheleri ile. alelade bir ahşap mesken niteliğinde olan iki katlı harem ve selamlık bölümleri bulunmaktadır, Söz konusu bölümlerle derviş hücrelerinde beşi erkek dokuzu kadın olmak üzere toplam on dürt kişinin ikamet ettiği Dahiliye Nezareti’ne hazırlanmış bir istatistikte belirtilmektedir.
Avlunun kuzey kesiminde, birbirine bitişik olarak tasarlanmış bulunan mutfak ile hamam bağımsız bir kitle oluşturmaktadır. Maliye Nezareli’nin 1325/1910 tarihli İstanbul Tekkeleri Taamiye ve Tahsisat Defteri’nde, Abdal Yakub Tekkesi’nin günde bir okka iki yüz dirhem et istihkakı olduğu kaydedilmiştir. Kare planlı mutfağın duvarları, almaşık olarak bir sıra kesme taş ve iki sıra tuğla ile örülmüş, mekânın üstü, içerden sivri tromplara, dışarıdan sekizgen kasnağa oturan, kurşun kaplı bir kubbe ile örtülmüştür
Doğu duvarında tuğla örgülü, yuvarlak kemerli geniş bir kapı ile bir pencere, kuzey duvarında aynı tür kemerlere sahip daha dar bir kapı ile, sonradan iptal edilmiş diğer bir pencere, sağır olan batı duvarında da İki adet niş bulunmaktadır. Mutfağın güneybatı köşesinde, geniş yuvarlak kemeri ile göze çarpan ocağın dışa taşkın kitlesinin yanına, tek birimli ufak bir hamam yerleştirilmiştir. Tek sıra tuğlayla örülmüş ince duvarları ve üstünü örten beşik tonozu ile küçük bir halvet niteliğindeki bu hamam ile mutlak uçağının arasında, su kazanının bulunduğu bölme yer almakta, başka bir deyimle ocağın aynı zamanda hamam külhanı olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır.
Türk mimarisinde benzeri hemen hiç bulunmayan bu mutfak hamam bağlantısı şüphesiz Abdal Yakub Tekkesinin en ilginç yanını oluşturmaktadır.
Kaynak: İstanbul Ansiklopedisi
Abbas Hilmi Paşa
Osmanlı İmparatorluğunun fermanıyla Mısır’a Hidiv olanların sonuncusudur. Hidiv Tevfik Paşanın oğludur. İskenderiye’de doğdu. Babasının ölümü üzerine 1892 de, 18 yaşında iken Hidivliğe geçti.
Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti Almanya tarafında harbe girince İngilizler, Osmanlı İmparatorluğunun Mısır üzerindeki haklarını tanımaz oldular. O sırada İstanbul’da bulunan Abbas Hilmi Paşayı Hidivlikten düşürerek Amcaoğlu Hüseyin Kamil Paşayı «Sultan» unvanıyla Mısır tahtına oturttular. Abbas Hilmi Paşa 1923 ten sonraki hayatının çoğunu Avrupada geçirdi.
İkinci Dünya Savaşı’nın son günlerinde İsviçre’de öldü. Kendisi Türk dostu ve İngiliz düşmanı olarak tanınmıştır. Abbas Hilmi Paşa; son Mısır hıdividir. (İskenderiye 1874-Cenevre 1944). Tevfik Paşa’nın oğludur. Eğitimine özen gösterildi, Viyana’daki Theresianum Okulu’nda okudu. Babası Tevfik Paşa’nın ölümü (7 Ocak 1892) üzerine Osmanlı Devleti’nce Mısır’a hıdiv atandı (27 Mart 1892).
İngilizlerin Mısır’ın içişlerine fazla karışmaları ve ülkedeki asker sayısını artırmaları üzerine İngilizlere karşı cephe aldı. Bunun üzerine Mısır’da karışıklıklar ortaya çıktı. Uyguladığı ulusal politikayı baltalamak için İngilizler yoğun çaba harcadılar.
Fransa’nın Fas’ı işgal etme girişimi üzerine Mısır’daki isteklerinden vazgeçmesi üzerine, Hıdiv, İngilizlerden hac yolu üzerindeki Akabe ve el-Ariş’i boşaltmalarını istedi. Ancak İngiltere, 1906’ya kadar bu konuyu oyalamasını bildi. Bu arada Nazırlar Reisi Mustafa Fehmi Paşa’nın yerine Fahri Paşa’yı atamak istemesi, İngilizleri kızdırdı.
Olay işgal kuvvetlerini harekete geçirecek kadar alevlendi. Riyaz Paşa’nın bu makama atanmasıyla konu kapatıldı. İngilizlerin artan baskısı üzerine çabalarını eğitim ve basın alanlarına kaydırdı. İngiliz işgal kuvvetlerine karşı yardım almak amacıyla 1893’te İstanbul’a geldi.
Babıâli’deki görüşmelerden olumlu sonuç alamayınca mücadelesinden vazgeçti ve her yıl Avrupa gezilerine çıkmaya başladı. Birinci Dünya Savaşı başladığında İstanbul’da bulunuyordu. Osmanlı İmparatorluğu Almanya’nın yanında yer alınca İngilizler Mısır’daki tüm Osmanlı haklarını kaldırdıklarını duyurdular.
Bu karar üzerine Abbas Hilmi Paşa hıdivlikten alındı. Yerine Hüseyin Kâmil (1914-1917) atandı. Fakat Türkiye 24 Temmuz 1923’te Lozan Antlaşması imzalanıncaya kadar Abbas Hilmi Paşa’yı Mısır Hıdivi olarak tanımayı sürdürdü.
Abbas Hilmi Paşa hıdivlikten alındıktan sonra İsviçre’nin Cenevre Kenti’ne yerleşti ve burada öldü.
Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti Almanya tarafında harbe girince İngilizler, Osmanlı İmparatorluğunun Mısır üzerindeki haklarını tanımaz oldular. O sırada İstanbul’da bulunan Abbas Hilmi Paşayı Hidivlikten düşürerek Amcaoğlu Hüseyin Kamil Paşayı «Sultan» unvanıyla Mısır tahtına oturttular. Abbas Hilmi Paşa 1923 ten sonraki hayatının çoğunu Avrupada geçirdi.
İkinci Dünya Savaşı’nın son günlerinde İsviçre’de öldü. Kendisi Türk dostu ve İngiliz düşmanı olarak tanınmıştır. Abbas Hilmi Paşa; son Mısır hıdividir. (İskenderiye 1874-Cenevre 1944). Tevfik Paşa’nın oğludur. Eğitimine özen gösterildi, Viyana’daki Theresianum Okulu’nda okudu. Babası Tevfik Paşa’nın ölümü (7 Ocak 1892) üzerine Osmanlı Devleti’nce Mısır’a hıdiv atandı (27 Mart 1892).
İngilizlerin Mısır’ın içişlerine fazla karışmaları ve ülkedeki asker sayısını artırmaları üzerine İngilizlere karşı cephe aldı. Bunun üzerine Mısır’da karışıklıklar ortaya çıktı. Uyguladığı ulusal politikayı baltalamak için İngilizler yoğun çaba harcadılar.
Fransa’nın Fas’ı işgal etme girişimi üzerine Mısır’daki isteklerinden vazgeçmesi üzerine, Hıdiv, İngilizlerden hac yolu üzerindeki Akabe ve el-Ariş’i boşaltmalarını istedi. Ancak İngiltere, 1906’ya kadar bu konuyu oyalamasını bildi. Bu arada Nazırlar Reisi Mustafa Fehmi Paşa’nın yerine Fahri Paşa’yı atamak istemesi, İngilizleri kızdırdı.
Olay işgal kuvvetlerini harekete geçirecek kadar alevlendi. Riyaz Paşa’nın bu makama atanmasıyla konu kapatıldı. İngilizlerin artan baskısı üzerine çabalarını eğitim ve basın alanlarına kaydırdı. İngiliz işgal kuvvetlerine karşı yardım almak amacıyla 1893’te İstanbul’a geldi.
Babıâli’deki görüşmelerden olumlu sonuç alamayınca mücadelesinden vazgeçti ve her yıl Avrupa gezilerine çıkmaya başladı. Birinci Dünya Savaşı başladığında İstanbul’da bulunuyordu. Osmanlı İmparatorluğu Almanya’nın yanında yer alınca İngilizler Mısır’daki tüm Osmanlı haklarını kaldırdıklarını duyurdular.
Bu karar üzerine Abbas Hilmi Paşa hıdivlikten alındı. Yerine Hüseyin Kâmil (1914-1917) atandı. Fakat Türkiye 24 Temmuz 1923’te Lozan Antlaşması imzalanıncaya kadar Abbas Hilmi Paşa’yı Mısır Hıdivi olarak tanımayı sürdürdü.
Abbas Hilmi Paşa hıdivlikten alındıktan sonra İsviçre’nin Cenevre Kenti’ne yerleşti ve burada öldü.
Abbas Halim Paşa Konağı
İstanbul Adalar ilçesi, Heybeliada’da Abbas Halim Paşa Mahallesi’nde bulunan bu köşkleri Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın torunu, Prens Abbas Halim Paşa (1866–1935) 1897–1899 yıllarında yaptırmıştır.
Paşaya ait olan yaklaşık 3 dönümlük arazi üzerinde üç ayrı köşk bulunmaktadır. Bu köşklerin planları Hovsep Aznavur tarafından çizilmiştir. Köşkler birbirlerinden farklı üsluplardadır. Bunlar Harem Köşkü, Selamlık Köşkü ve Bendegân Köşkü’dür.
Bu köşklerden Harem Köşkü Yeni İskele Yolu ile Abbas Paşa Sokağı’nın birleştiği yerde geniş bir bahçe içerisindedir. Abbas Halim Paşa’nın ölümünden sonra köşk Prenses Zeynep Hanım’a geçmiş, 1945 yılında yıkılmıştır.
Bu köşkün cephe tasarımı, mimari ayrıntıları ve süslemeleri Mimar Aznavur tarafından yapılmış ve eski Mısır mimarisinden esinlenilmiştir. Köşk kâgir bir bodrum üzerinde iki kat ve bir de çatı katından meydana gelmiştir. Kuzeybatıda denize bakan giriş cephesi ile yan cephelerdeki dışa taşkın bölümler eski Mısır mimarisi ile yakınlık gösterdiği gibi mabet cephelerinde kullanılmış pilonlara da burada yer verilmiştir. Aşağıdan yukarıya doğru daralan kesik piramitlere benzeyen bu pilonlar kabartma ve şeritlerle bezenmiş ve bütünü silmeler içerisine alınmıştır. Pilonların üzerinde hiyerogliflerle bezeli lotus biçiminde başlıklar bulunmaktadır. Bunlar aynı zamanda üzerindeki balkonu da taşımaktadır.
Girişten bir sahanlığa, oradan da köşkün holüne girilmektedir. İç mekân tasarımında Osmanlı sivil mimarisinin ana hatlarının ağırlık kazandığı görülmektedir. Zemin katta bulunan sofa yapıyı boydan boya kat etmekte, çevresine de salon ve odalar yerleştirilmiştir. Üst katın da bunun bir benzeri olduğu sanılmaktadır.
Abbas Halim Paşa Köşklerinden Selamlık Köşkü, Refah Şehitleri Caddesi ile Fettah Sokağı’nın köşesinde bulunmaktadır. Selamlık olarak düzenlenen, meyilli bir arsada yer alan ahşap köşk iki katlıdır. Refah Şehitleri Caddesi’nden içerisine girilen köşkün arazi konumu ile meydana getirilmiş bir bodrumu bulunmaktadır.
Zemin kat bahçe yönüne doğru ahşap dikmelere oturmaktadır. Üst kat ise zemine göre biraz daha geriye çekilmiştir. Ana girişten camekânlı bir taşlığa, oradan da yapıyı boydan boya kat eden bir sofaya geçilmektedir. Büyük kemerli pencerelerle aydınlatılan, arka bahçeye yönelik sofanın iki yanına küçüklü büyüklü odalar sıralanmıştır. Osmanlı ampir izlerinin ağırlık gösterdiği bu köşk, 19. yüzyılda Boğaz’da yapılan yalılarla benzerlik göstermektedir.
Bu köşklerden Bendegân Köşkü Fettah Sokağı ile Yeni İskele Yolu’nun kavşağında bulunmaktadır. Burada Abbas Halim Paşa’nın oldukça kalabalık olan maiyeti yaşamıştır. Günümüze gelebilen bu yapı üç katlı ve ahşap olup, 2. Meşrutiyet döneminde bir süre Sebilürreşad Rüştiyesi olarak kullanılmış, Paşa’nın ölümünden sonra da Prenses Nimet Hanım’a geçmiş 1938 yılında da satılmıştır.
Paşaya ait olan yaklaşık 3 dönümlük arazi üzerinde üç ayrı köşk bulunmaktadır. Bu köşklerin planları Hovsep Aznavur tarafından çizilmiştir. Köşkler birbirlerinden farklı üsluplardadır. Bunlar Harem Köşkü, Selamlık Köşkü ve Bendegân Köşkü’dür.
Bu köşklerden Harem Köşkü Yeni İskele Yolu ile Abbas Paşa Sokağı’nın birleştiği yerde geniş bir bahçe içerisindedir. Abbas Halim Paşa’nın ölümünden sonra köşk Prenses Zeynep Hanım’a geçmiş, 1945 yılında yıkılmıştır.
Bu köşkün cephe tasarımı, mimari ayrıntıları ve süslemeleri Mimar Aznavur tarafından yapılmış ve eski Mısır mimarisinden esinlenilmiştir. Köşk kâgir bir bodrum üzerinde iki kat ve bir de çatı katından meydana gelmiştir. Kuzeybatıda denize bakan giriş cephesi ile yan cephelerdeki dışa taşkın bölümler eski Mısır mimarisi ile yakınlık gösterdiği gibi mabet cephelerinde kullanılmış pilonlara da burada yer verilmiştir. Aşağıdan yukarıya doğru daralan kesik piramitlere benzeyen bu pilonlar kabartma ve şeritlerle bezenmiş ve bütünü silmeler içerisine alınmıştır. Pilonların üzerinde hiyerogliflerle bezeli lotus biçiminde başlıklar bulunmaktadır. Bunlar aynı zamanda üzerindeki balkonu da taşımaktadır.
Girişten bir sahanlığa, oradan da köşkün holüne girilmektedir. İç mekân tasarımında Osmanlı sivil mimarisinin ana hatlarının ağırlık kazandığı görülmektedir. Zemin katta bulunan sofa yapıyı boydan boya kat etmekte, çevresine de salon ve odalar yerleştirilmiştir. Üst katın da bunun bir benzeri olduğu sanılmaktadır.
Abbas Halim Paşa Köşklerinden Selamlık Köşkü, Refah Şehitleri Caddesi ile Fettah Sokağı’nın köşesinde bulunmaktadır. Selamlık olarak düzenlenen, meyilli bir arsada yer alan ahşap köşk iki katlıdır. Refah Şehitleri Caddesi’nden içerisine girilen köşkün arazi konumu ile meydana getirilmiş bir bodrumu bulunmaktadır.
Zemin kat bahçe yönüne doğru ahşap dikmelere oturmaktadır. Üst kat ise zemine göre biraz daha geriye çekilmiştir. Ana girişten camekânlı bir taşlığa, oradan da yapıyı boydan boya kat eden bir sofaya geçilmektedir. Büyük kemerli pencerelerle aydınlatılan, arka bahçeye yönelik sofanın iki yanına küçüklü büyüklü odalar sıralanmıştır. Osmanlı ampir izlerinin ağırlık gösterdiği bu köşk, 19. yüzyılda Boğaz’da yapılan yalılarla benzerlik göstermektedir.
Bu köşklerden Bendegân Köşkü Fettah Sokağı ile Yeni İskele Yolu’nun kavşağında bulunmaktadır. Burada Abbas Halim Paşa’nın oldukça kalabalık olan maiyeti yaşamıştır. Günümüze gelebilen bu yapı üç katlı ve ahşap olup, 2. Meşrutiyet döneminde bir süre Sebilürreşad Rüştiyesi olarak kullanılmış, Paşa’nın ölümünden sonra da Prenses Nimet Hanım’a geçmiş 1938 yılında da satılmıştır.
BELGRAD ORMANI VE BENTLER
Kuzeyden, Karadeniz üstünden, yağış getiren bereketli rüzgârlar eser. İstanbul'un kuzeyinde ve Trakya'nın doğusunda, deniz kıyısı boyunca uzanan Istranca Dağları alçalır ve Belgrad Ormanı dediğimiz bölge haline gelir. Ortalama yükseklik 150 metreyi bulmaz burada; en yüksek nokta (Kartaltepe) ancak 230 metredir.
Ormanlık alan, zamanla, yarıya yakın azalmıştır (12.000 hektardan 5.000 hektara). Bitki örtüsü zengin çeşitli, ağaçlan genellikle yayvan yapraklıdır. Yabani hayvan vardır, ama azalmaktadır. Havası İstanbul'a göre her zaman serindir. Yağış hem İstanbul'a böyle güzel bir orman kazandırmış, hem de burayı şehrin su deposu haline getirmiştir. Buradan şehre su getirmek için ilk düzenlemeleri Romalılar yaptı. Bizans ve Osmanlı dönemlerinde de olanlar takviye edilirken yenileri eklendi. Kanuni Süleyman Sırbistan seferinden dönerken birlikte getirdiği Sırplardan bir kısmını bu orman içinde iskân etti. O sırada kurulan Belgrad (ya da Belgradcık) köyü ormana adını verdi. Kanuni burada toprak kullanma hakkı verdiği Sırpların bunun karşılığında suyollarına bakmasını talep ediyordu. Daha 1575'te bir koruma ihtiyacı görülmüş ve su nazırı emrinde ormanı, bentleri, suyollarını gözetecek özel bir örgüt kurulmuştu.
Sel rejiminde birçok dere Karadeniz'e akar. Güney tarafında kalan dereler ise orman içinde belirli havzalarda toplanır. Bentler buralarda yapılmıştır. Doğudan batıya doğru gidersek ilkin Valide Bendi, II. Mahmut Bendi (Yenibent) ve Topuzlu Bent'in oluşturduğu grubu görürüz. Karanlık Bent, Büyük Bent ve Kirazlı Bent ortadadır. Batıda ise Ayvat Bendi bulunur.
Bizans zamanında da, bu havzalarda toplanan suların daha güneyde, kulesinden ötürü Pyrgos diye adlandırılan yerdeki havuza (III. Osman zamanında onarılan baş havuz) toplandığı anlaşılmaktadır. Burada Osmanlı döneminde de kemerler yapılmış ve adlar bileşerek Kemerburgaz olmuştur.
Bütün bu alan içinde bazıları oldukça uzun ve görkemli, hepsi de hâlâ çok güzel su kemerleri vardır. Bizans'tan kalanlar (örneğin İustinianos'un büyük kemeri) Osmanlı döneminde onarılmıştır. Bunların arasında Mavlova en güzellerinden biridir. Cebeciköy'de Balıklı Kemer ve havuzu, Kemerburgaz'da dik bir dirsek yapan Eğrikemer, Uzunkemer, Güzelcekemer hepsi görülmeye değer yapılardır. Bu suların büyük bölümü Hacı Osman Bayırı ve sonra da Maslak üzerinden kente gelir. Bu, yirmi kilometreden fazla bir uzaklık demektir. Ancak İstanbul'un son yirmi, otuz yıllık büyümesi, yüzyıllardır İstanbul'u besleyen Bentler'in su kapasitesini "devede kulak" denecek kadar azaltmıştır.
Belgrad Ormanı günümüzde İstanbul'un başlıca piknik alanlarından biri. Bu kitlesel kullanım kirlenme ve yangın tehlikelerine de yol açtığı için denetimin artması da gerekli olmuştur.
Bunun için belirli yerlerde piknik alanları düzenlenmiş ve özellikle "jogging" modasının çıkmasından sonra koşu yapmak için buraya gelenlere egzersiz istasyonları olan bir parkur açılmıştır.
Yakın tarihte Belgrad Ormanı önemli bir siyasi akımın başladığı yerdir. 1865'te aralarında Namık Kemal ve Ayetullah Efendi de bulunan altı kişi (öbürleri Reşat, Mehmet Ali, Nuri bundan üç ay sonra koleradan ölen Refik) piknik havasında toplanarak, sonradan Yeni Osmanlılar adını alan İttifakı Hamiyet Cemiyeti'ni kurdular. Bir süre sonra Mustafa Fazıl Paşa, Ziya Paşa, Ebüzziya Tevfık ve Ali Suavi gibi başkaları da Cemiyet'e katıldı. Belgrad Ormanı toplantısına, Ayetullah Efendi, Carbonari örgütünün ve "Lehistan Teşkilâtı Hafiyesi"nin tüzüklerini getirmişti.
KARADENİZ KIYISI
Belgrad Ormanı Karadeniz kıyısına beş, altı kilometre kadar yaklaşır. Bundan sonrasında yükseklik azalır ve kıyıya gelindiğinde zaman zaman kesintiye uğrayan geniş kumsallarla karşılaşırız. Bunların en büyüklerinden olan Kilyos, uzaklığına rağmen, şehrin en popüler plajlarından biridir. Popülerdir ama, bütün Karadeniz kumsallarında olduğu gibi burada da dalga eksik olmaz ve gerçek anlamda yüzmeyi imkânsızlaştırır. Ayrıca, çekilen dalga kumu da geri götürdüğü için, her yıl, denize alışık olmayan birileri paniğe kapılıp boğulur buralarda.
Daha batıya doğru GümüşdereKısırkaya vardır, buralardan itibaren, Terkos gölüne kadar, yıllardan beri linyit ocakları açılmaktadır. Burada bu linyitin bulunması İstanbul için nimet değil, felâket olmuştur. Kömür çıkarmak için doğa berbat edilmiş, kıyılar kirletilmiştir; çıkan kömür çok düşük nitelikli (az kalori, yüksek kükürt vb.) olduğu için, bunun yakılmasıyla İstanbul'un havası kirletilmektedir.
İstanbul'un musluktan akan suyuna adını veren Terkos Gölü de şimdi perişan bir durumda. Geçen yüzyılsonunda burası ana su kaynağı olarak, bir Fransız İirketi tarafından şehre bağlanmıştı. İimdi madenler, kuzeyden yayılma eğilimi gösteren kumullar ve kuraklık Terkos'u iyiden iyiye kuruttu.
Daha batıya doğru eski adı Podima olan Yalıköy ve Kastro deresi gibi güzel noktalarla, İstanbul'un kuzey uçlarındaki ve Karadeniz kıyısındaki uzantıların sonuna geliyoruz.
Ormanlık alan, zamanla, yarıya yakın azalmıştır (12.000 hektardan 5.000 hektara). Bitki örtüsü zengin çeşitli, ağaçlan genellikle yayvan yapraklıdır. Yabani hayvan vardır, ama azalmaktadır. Havası İstanbul'a göre her zaman serindir. Yağış hem İstanbul'a böyle güzel bir orman kazandırmış, hem de burayı şehrin su deposu haline getirmiştir. Buradan şehre su getirmek için ilk düzenlemeleri Romalılar yaptı. Bizans ve Osmanlı dönemlerinde de olanlar takviye edilirken yenileri eklendi. Kanuni Süleyman Sırbistan seferinden dönerken birlikte getirdiği Sırplardan bir kısmını bu orman içinde iskân etti. O sırada kurulan Belgrad (ya da Belgradcık) köyü ormana adını verdi. Kanuni burada toprak kullanma hakkı verdiği Sırpların bunun karşılığında suyollarına bakmasını talep ediyordu. Daha 1575'te bir koruma ihtiyacı görülmüş ve su nazırı emrinde ormanı, bentleri, suyollarını gözetecek özel bir örgüt kurulmuştu.
Sel rejiminde birçok dere Karadeniz'e akar. Güney tarafında kalan dereler ise orman içinde belirli havzalarda toplanır. Bentler buralarda yapılmıştır. Doğudan batıya doğru gidersek ilkin Valide Bendi, II. Mahmut Bendi (Yenibent) ve Topuzlu Bent'in oluşturduğu grubu görürüz. Karanlık Bent, Büyük Bent ve Kirazlı Bent ortadadır. Batıda ise Ayvat Bendi bulunur.
Bizans zamanında da, bu havzalarda toplanan suların daha güneyde, kulesinden ötürü Pyrgos diye adlandırılan yerdeki havuza (III. Osman zamanında onarılan baş havuz) toplandığı anlaşılmaktadır. Burada Osmanlı döneminde de kemerler yapılmış ve adlar bileşerek Kemerburgaz olmuştur.
Bütün bu alan içinde bazıları oldukça uzun ve görkemli, hepsi de hâlâ çok güzel su kemerleri vardır. Bizans'tan kalanlar (örneğin İustinianos'un büyük kemeri) Osmanlı döneminde onarılmıştır. Bunların arasında Mavlova en güzellerinden biridir. Cebeciköy'de Balıklı Kemer ve havuzu, Kemerburgaz'da dik bir dirsek yapan Eğrikemer, Uzunkemer, Güzelcekemer hepsi görülmeye değer yapılardır. Bu suların büyük bölümü Hacı Osman Bayırı ve sonra da Maslak üzerinden kente gelir. Bu, yirmi kilometreden fazla bir uzaklık demektir. Ancak İstanbul'un son yirmi, otuz yıllık büyümesi, yüzyıllardır İstanbul'u besleyen Bentler'in su kapasitesini "devede kulak" denecek kadar azaltmıştır.
Belgrad Ormanı günümüzde İstanbul'un başlıca piknik alanlarından biri. Bu kitlesel kullanım kirlenme ve yangın tehlikelerine de yol açtığı için denetimin artması da gerekli olmuştur.
Bunun için belirli yerlerde piknik alanları düzenlenmiş ve özellikle "jogging" modasının çıkmasından sonra koşu yapmak için buraya gelenlere egzersiz istasyonları olan bir parkur açılmıştır.
Yakın tarihte Belgrad Ormanı önemli bir siyasi akımın başladığı yerdir. 1865'te aralarında Namık Kemal ve Ayetullah Efendi de bulunan altı kişi (öbürleri Reşat, Mehmet Ali, Nuri bundan üç ay sonra koleradan ölen Refik) piknik havasında toplanarak, sonradan Yeni Osmanlılar adını alan İttifakı Hamiyet Cemiyeti'ni kurdular. Bir süre sonra Mustafa Fazıl Paşa, Ziya Paşa, Ebüzziya Tevfık ve Ali Suavi gibi başkaları da Cemiyet'e katıldı. Belgrad Ormanı toplantısına, Ayetullah Efendi, Carbonari örgütünün ve "Lehistan Teşkilâtı Hafiyesi"nin tüzüklerini getirmişti.
KARADENİZ KIYISI
Belgrad Ormanı Karadeniz kıyısına beş, altı kilometre kadar yaklaşır. Bundan sonrasında yükseklik azalır ve kıyıya gelindiğinde zaman zaman kesintiye uğrayan geniş kumsallarla karşılaşırız. Bunların en büyüklerinden olan Kilyos, uzaklığına rağmen, şehrin en popüler plajlarından biridir. Popülerdir ama, bütün Karadeniz kumsallarında olduğu gibi burada da dalga eksik olmaz ve gerçek anlamda yüzmeyi imkânsızlaştırır. Ayrıca, çekilen dalga kumu da geri götürdüğü için, her yıl, denize alışık olmayan birileri paniğe kapılıp boğulur buralarda.
Daha batıya doğru GümüşdereKısırkaya vardır, buralardan itibaren, Terkos gölüne kadar, yıllardan beri linyit ocakları açılmaktadır. Burada bu linyitin bulunması İstanbul için nimet değil, felâket olmuştur. Kömür çıkarmak için doğa berbat edilmiş, kıyılar kirletilmiştir; çıkan kömür çok düşük nitelikli (az kalori, yüksek kükürt vb.) olduğu için, bunun yakılmasıyla İstanbul'un havası kirletilmektedir.
İstanbul'un musluktan akan suyuna adını veren Terkos Gölü de şimdi perişan bir durumda. Geçen yüzyılsonunda burası ana su kaynağı olarak, bir Fransız İirketi tarafından şehre bağlanmıştı. İimdi madenler, kuzeyden yayılma eğilimi gösteren kumullar ve kuraklık Terkos'u iyiden iyiye kuruttu.
Daha batıya doğru eski adı Podima olan Yalıköy ve Kastro deresi gibi güzel noktalarla, İstanbul'un kuzey uçlarındaki ve Karadeniz kıyısındaki uzantıların sonuna geliyoruz.
YALOVA
İstanbul'da sağa sola doğru izlediğimiz çeşitli güzergâhlarla hiç ilgisi olmayan bir yer, Yalova. Ama resmen İstanbul'un içinde. Bu "resmi"lik bizi hiç ilgilendirmeyebilirdi, ardında "fiili" bir şey olmasaydı.
Türkiye'de, daha doğrusu İstanbul'da, memleket gezme âdeti görece yeni başlamıştır. Başladıktan sonra da, gezilebilir yerler yelpazesi, belirli evrelerle genişlemiştir. Cumhuriyet'in kuruluş yılllarında bu yelpaze hayli dardı. İstanbullu için gezip tozmak, eğlenmek üzere gidilecek yer, Bursa ya da Yalova gibi, yakın yerlerdi. Bursa'da Çelik Palas'a, Yalova'da Termal'e gidilir, iki yerde de kaplıcada yıkanırdı. Gezme tozma, ama aynı zamanda "sıhhat"!
Öte yandan, bürokrat gelenekli toplumumuzda, devlet memurlarının ki zaten gezip tozmanın hem maddi imkânı, hem mânevi ve entelektüel ufku, yalnız onlarda vardı il sınırları dışına çıkmak için âmirlerinden, kurumlarından resmen izin almalarını gerektiren bir yasa yapılmıştı. Bu kısıtlamaya karşı bir de ferahlama ile denge sağlamak üzere, Yalova köyü İstanbul iline bağlandı Bursa'yı İstanbul'un bir ilçesi haline getirmekse mümkün olmadı.
O gün bu gündür Yalova'nın bu durumu devam ediyor. Ayrıca İstanbul'un sebzemeyve bahçesi olmak gibi bir özelliği de var, ama ona bakılırsa Türkiye'nin her yerinden ürün akıyor İstanbul'a.
Çınarcık'ta, Armutlu'da sayfiye şehirleri kurulur, Trakya'da yazlıklar Ereğli'ye doğru kesintisiz bir duvar halinde kıyı boyunca koşarken, vapurla birkaç saatte varılan Yalova da bu furyadan payına düşeni aldı.
İstanbul’la Yalova arasında organik bağ kurmakta benim de öznel bir katkım var. Kadıköy'de, çarşı içinde, Fıçı adında mütevazı bir meyhane vardı. Kadirşinas Reşat Ekr em bu kurumu ansiklopedisine almıştır. İöyle anlatır: ". . 1968'de Kâtib Atacan tarafından aynı isimle ve içkili ikinci sınıf lokanta olarak açıldı. Bilhassa Oğuz adında müşteri hal ve hatırı bilir bir barmenin himmetiyle ilk zamanlardan daha çok rağbet gören bir yer oldu. . Kâtib Atacan Hemşinli'dir. . Karpiç'in garsonlarından biri olmuştu. Barmen Oğuz 1969'da ayrılmış, bir pasaj içinde kendi adına bir lokanta açmış, yerine Hemşinli Talib gelmiştir."
Evet, Kâtib Atacan, yanılmıyorsam 1980'lerin başında Fıçı'yı devredip Yalova'da Atacan adında bir lokanta açtı. Bu hâlâ çalışıyor mu, bilmiyorum, ama bana göre bu da bir organik ilişki.
Kâtib, Oğuz, sonradan ikisinde de çalışan Dursun, biz eski Kadıköylüler için güzel isimler. Yalova'ya yola çıktık, ama fazla duramadan Kadıköy'e döndük. Son bir anıyla bitireyim bu bölümü. Fıçı'da veya Oğuz'da biz otururken, gecede birkaç sefer kapı açılır, bir adam içeri hızla dalardı. Sağ eli kalkık, ayakta duranlar arasından telâşlı telâşlı bara yaklaşırdı. Barmen de zaten onu görmüş ve bir tek sek doldurmuş olurdu. Adam tezgâha varınca uzatılan kadehi kapıp iki yudumda diker, aynı azim ve kararlılıkla çıkar giderdi.
Kadıköy Çarşısı'nda küçük imalâtla uğraşan ve geceleri de çalışan bir adamdı bu. Bir iki saatte bir rakısı geliyor, çıkıp çevrede bildiği birkaç yeri bu şekilde turluyor, dönüp işine devam ediyordu. Hesabı da ertesi gün, gündüz öderdi.
Gelince garsonlar "Ekspres geldi," der, gereğini yaparlardı.
Türkiye'de, daha doğrusu İstanbul'da, memleket gezme âdeti görece yeni başlamıştır. Başladıktan sonra da, gezilebilir yerler yelpazesi, belirli evrelerle genişlemiştir. Cumhuriyet'in kuruluş yılllarında bu yelpaze hayli dardı. İstanbullu için gezip tozmak, eğlenmek üzere gidilecek yer, Bursa ya da Yalova gibi, yakın yerlerdi. Bursa'da Çelik Palas'a, Yalova'da Termal'e gidilir, iki yerde de kaplıcada yıkanırdı. Gezme tozma, ama aynı zamanda "sıhhat"!
Öte yandan, bürokrat gelenekli toplumumuzda, devlet memurlarının ki zaten gezip tozmanın hem maddi imkânı, hem mânevi ve entelektüel ufku, yalnız onlarda vardı il sınırları dışına çıkmak için âmirlerinden, kurumlarından resmen izin almalarını gerektiren bir yasa yapılmıştı. Bu kısıtlamaya karşı bir de ferahlama ile denge sağlamak üzere, Yalova köyü İstanbul iline bağlandı Bursa'yı İstanbul'un bir ilçesi haline getirmekse mümkün olmadı.
O gün bu gündür Yalova'nın bu durumu devam ediyor. Ayrıca İstanbul'un sebzemeyve bahçesi olmak gibi bir özelliği de var, ama ona bakılırsa Türkiye'nin her yerinden ürün akıyor İstanbul'a.
Çınarcık'ta, Armutlu'da sayfiye şehirleri kurulur, Trakya'da yazlıklar Ereğli'ye doğru kesintisiz bir duvar halinde kıyı boyunca koşarken, vapurla birkaç saatte varılan Yalova da bu furyadan payına düşeni aldı.
İstanbul’la Yalova arasında organik bağ kurmakta benim de öznel bir katkım var. Kadıköy'de, çarşı içinde, Fıçı adında mütevazı bir meyhane vardı. Kadirşinas Reşat Ekr em bu kurumu ansiklopedisine almıştır. İöyle anlatır: ". . 1968'de Kâtib Atacan tarafından aynı isimle ve içkili ikinci sınıf lokanta olarak açıldı. Bilhassa Oğuz adında müşteri hal ve hatırı bilir bir barmenin himmetiyle ilk zamanlardan daha çok rağbet gören bir yer oldu. . Kâtib Atacan Hemşinli'dir. . Karpiç'in garsonlarından biri olmuştu. Barmen Oğuz 1969'da ayrılmış, bir pasaj içinde kendi adına bir lokanta açmış, yerine Hemşinli Talib gelmiştir."
Evet, Kâtib Atacan, yanılmıyorsam 1980'lerin başında Fıçı'yı devredip Yalova'da Atacan adında bir lokanta açtı. Bu hâlâ çalışıyor mu, bilmiyorum, ama bana göre bu da bir organik ilişki.
Kâtib, Oğuz, sonradan ikisinde de çalışan Dursun, biz eski Kadıköylüler için güzel isimler. Yalova'ya yola çıktık, ama fazla duramadan Kadıköy'e döndük. Son bir anıyla bitireyim bu bölümü. Fıçı'da veya Oğuz'da biz otururken, gecede birkaç sefer kapı açılır, bir adam içeri hızla dalardı. Sağ eli kalkık, ayakta duranlar arasından telâşlı telâşlı bara yaklaşırdı. Barmen de zaten onu görmüş ve bir tek sek doldurmuş olurdu. Adam tezgâha varınca uzatılan kadehi kapıp iki yudumda diker, aynı azim ve kararlılıkla çıkar giderdi.
Kadıköy Çarşısı'nda küçük imalâtla uğraşan ve geceleri de çalışan bir adamdı bu. Bir iki saatte bir rakısı geliyor, çıkıp çevrede bildiği birkaç yeri bu şekilde turluyor, dönüp işine devam ediyordu. Hesabı da ertesi gün, gündüz öderdi.
Gelince garsonlar "Ekspres geldi," der, gereğini yaparlardı.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Bakırköy İlçemizi Tanıyalım
İstanbul’un eski semtlerinden biri olan Bakırköy, Avrupa yakasında, Marmara Denizi’nin kuzeydoğu sahilindedir. kuzeyindeki E-5 Karayolu sını...
-
1926 yılından önceki adı Ayastefanos’du. 1970'lerde İstanbul nüfusunun hızla artmasından önce Yeşilköy bir köy ve sahil dinlenme yeriy...
-
Sultanahmet Meydanı İstanbul'un en önemli meydanlarından biridir. Bizans devrinde Hipodrom olarak bilinirdi. “Hipodrom” At binenlerin,...