29 Mayıs 2017 Pazartesi

Bakırköy İlçemizi Tanıyalım

İstanbul’un eski semtlerinden biri olan Bakırköy, Avrupa yakasında, Marmara Denizi’nin kuzeydoğu sahilindedir. kuzeyindeki E-5 Karayolu sınırı olup, Güngören ve Bahçelievler ilçeleri; güneyinde Marmara Denizi, doğusunda Çırpıcı deresi sınır olup, Zeytinburnu ilçesi, batısında ve kuzey-batısında ise Küçükçekmece ilçesi bulunmaktadır. Bu sınırlar içerisinde Bakırköy ilçesi 35 km² alana kuruludur. Bahçelievler, Güngören ve Bağcılar ilçeleri 1992 yılında Bakırköy’den ayrılarak ilçe olmuşlardır. 1957’ye kadar Zeytinburnu, 1989’a kadar Küçükçekmece ve Avcılar ilçeleri, Bakırköy’e bağlıydı. İstanbul’un eski ilçelerinden olan Bakırköy, Osmaniye, Kartaltepe, Zuhuratbaba, Zeytinlik, Cevizlik, Sakızağacı ve Yenimahalle mahallelerinden oluşur.

Bakırköy, antik çağlarda, Bizans’ı Avrupa’ya bağlayan ana yol üzerinde kurulmuş bir şehirdi. Hebdemon adıyla tanınan bu şehir, daha sonra Balkan kavimlerinin, Haçlıların ve Latinlerin istilalarını yaşadı. Osmanlı döneminde Rum, Türk ve Ermenilerden oluşan renkli bir nüfus yapısına sahip olan Bakırköy’ün adı, Bakırköy zamanla Jeptimun, Makrohori, Makriköy, 1925' te ulusal sınırlar içindeki yabancı kaynaklı adların değiştirilmesi sırasında, adı Bakırköy olarak belirlendi. İlçe sınırları içinde bulunan Yeşilköy (Ayestefanos) 1877-78' de Rus işgaline uğramış (3 Mart 1878)''de Ayestefanos Antlaşması da burada imzalanmıştır. II. Abdülhamit döneminde gelişen ve köşklerle donanan Makriköy, 19. yüzyıl sonlarından beri İstanbul''un bir ilçesi durumundaydı.

Bakırköy'ün yayıldığı plato, düz ve hafif dalgalı bir yüzey oluşturup, aşınımla önemli ölçüde taşınmıştır. Plato, aşınma oluklarıyla birkaç bölüme ayrılmış olmasına rağmen, vadi oluşumları son derece önemsizdir. İlçenin Marmara Denizi'ne olan kıyıları, fazla engebeli değildir. Genel görünüm, geniş koylar ve burunlar şeklindedir. Çırpıcı, Çavuşpaşa ve Uzundere''nin aktığı kıyı alanları, alüvyonlara dolmuştur. Sakızağacı ve Bakırköy burnunda ise dalgaların etkisiyle aşınan felezler ve bunların önünde aşınma düzlükleri görülür. Bakırköy'ün Marmara Denizi''ne olan kıyıları, Florya kıyıları dışında, geniş bir yerleşme alanının kıyısı durumuna dönüşmüştür.

Tarihi gelişmesi içinde, Antik Çağ' dan günümüze çeşitli tarihi eser bırakan Bakırköy''ün önemli tarihi eserleri olarak, Bizans döneminden kalma Fildamı (Fildamı Sarnıcı), 17. yüzyıl Osmanlı mimarisini yansıtan Baruthane, aynı dönemde yapılan, ancak 1875''de Sultan Abdülaziz tarafından yeniden inşa edilen Çarşı Camii ve Çeşmesi, aynı dönemde yaptırıldığı sanılan Şifa Hamamı, 19. yüzyılda yaptırılan Bez Fabrikası (Bakırköy Pamuklu Sanayi Müessesesi), Yeşilköy yalıları, Bakırköy evleri, kiliseler, köşkler, Florya Deniz Köşkü sayılabilir.

Florya, Yeşilköy, Yeşilyurt ve Ataköy Plajları, kıyı kahveleri gezinti yerleri ile yöre hakkında hizmet veren Florya'nın önemli bir yeri vardır. Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu büyük önder Atatürk'ün buyruğu ile kurulmuş Atatürk Ormanı doğal güzelliğinin yanında önemli oksijen kaynağıdır.

Hava, Kara, Deniz ulaşımı açısından Türkiyenin en zengin ulaşımına sahip Bakırköy, Uluslararası Havacılık alanında faaliyet gösteren Atatürk Havalimanı ile büyük bir turizm potansiyeline sahiptir.

Yıllara Göre Bakırköy Nüfusu:
1997 (214.417)
1990 (270.731)

21 Mayıs 2017 Pazar

Yerebatan Sarnıcı

Sultan Ahmet meydanının yanında Yerebatan Sarnıcı ve Binbir direk sarnıcı bulunmaktadır. Binbir direk sarnıcında 224 sütun direk bulunur ve 4. yüzyılda yapıldığı tahmin edilmektedir.Yere batan sarnıcı ise 336 sütundan oluşur ve MS (527-565) de yapılmıstır. Osmanlı döneminde 2şer kez restore edilen bu sarnıçlar. Şuan kültürel faaliyetler için halkın kullanımına açılmıştır.

Yerebatan Sarnıcı için Detay Konu

Meydanın orta yerinde Kayzer Wilhelm'in ziyaret hatırası olarak yapılmış olan Alman Çeşmesi bulunmaktadır. Meydanın batısında ise İstanbul Adliyesi yer almaktadır. Meydan günümüzde İstanbul'un en önemli turistik merkezidir.

Öyküsü su seslerine karışan 1500 yıllık bir mekan
Sultanahmet’te bulunan Yerebatan Sarnıcı, 542 yılında Bizans İmparatoru Justinyen tarafından At Meydanı’nın diğer tarafında bulunan Büyük Saray’ın su ihtiyacını karşılamak üzere yaptırılmıştır.

Fetihten sonra yaklaşık yüzyıl süreyle sarnıcın varlığı fark edilmemiş; ancak bodrumlarında su biriktiren ve deliklerden sepet sarkıtarak balık tutan insanların varlığının anlaşılmasıyla keşfedilmiştir. Osmanlı döneminde onarılarak kullanılan sarnıcın giriş kısmındaki evler 1940’larda belediye tarafından istimlak edilerek, giriş için düzenli bir bina yapılmıştır.

1985-1988’de Büyükşehir Belediyesi geniş ölçüde bir temizlik ve onarımdan geçirilen sarnıçtaki su ve dipteki çamur birikintisi boşaltılmış, temizlenmiş, batıdaki ucuna kadar uzanan bir iskele yapılmış, ayrıca kuzeydoğu köşeye de bir platform inşa edilmiştir.

Sarnıç uzunluğu 140 metre, genişliği 70 metre dikdörtgen biçiminde bir alanı kaplayan, dev bir yapıdır. 52 basamaklı taş bir merdivenle inilen bu sarnıcın içerisinde her biri 9 metre yüksekliğinde 336 sütun bulunmaktadır. Birbirine 4.80 metre aralıklarla dikilen bu sütunlar, her biri 28 sütun içeren 12 sıra meydana getirirler. Sarnıcın tavan aralığı kemerler vasıtasıyla sütunlara aktarılmıştır.

Çoğunluğu daha eski yapılardan toplandığı anlaşılan ve çeşitli mermer cinslerinden yontulmuş sütunların büyük bir kısmı tek parçadan bir kısmı da iki parçadan oluşmaktadır. Bu sütunların başlıkları yer yer farklı özellikler taşır. Bunlardan 98 adedi Corint üslubu yansıtırken bir bölümü de Dor üslubunu yansıtmaktadır.

Sarnıcın tuğladan örülmüş 4.80 metre kalınlığındaki duvarları ve tuğla döşeli zemini Horasan harcından kalın bir tabakayla sıvanarak su geçmez hale getirilmiştir. Toplan 9,800 m2 alanı kaplayan bu sarnıç yaklaşık 100,000 ton su depolama kapasitesine sahiptir.

Son restorasyonda içi kuru olmasına rağmen sarnıca tekrar su geldiğinden bugün hala 1-2 m arasında su bulunmaktadır. Halen İstanbul Kültür ve Sanat Ürünleri Ticaret A.Ş. tarafından işletilen Yerebatan Sarnıcı’nda İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin çeşitli kültür etkinlikleri gerçekleştirilmektedir.




At Meydanı - Sultanahmet Meydanı

Sultanahmet Meydanı İstanbul'un en önemli meydanlarından biridir. Bizans devrinde Hipodrom olarak bilinirdi. “Hipodrom” At binenlerin, atların meydanı anlamına gelir. Osmanlı döneminde buraya At Meydanı denirdi.

Günümüze çok az kalıntıları kalan Bizans devri önemli yapıları ve abideleri Hipodrom çevresinde inşa edilmişti. “Büyük Saray” diye bilinen İmparatorluk Sarayı Hipodromun yanından başlar, aşağılara, deniz kenarına kadar uzanırdı. Bu Saraydan günümüze bir büyük salonun yer mozaik panosu gelebilmiştir. Şehrin en önemli meydanı Agusteion ve burası ile cadde arasında Milerium zafer takı bulunurdu. Cadde, Roma’ya kadar uzanan yolun başlangıcı idi ve ilk kilometre taşı da buradaydı. Hamamlar, mabetler, dini, kültürel, idare ve sosyal merkezler bu civara yerleşmişlerdi. Semt Bizans ve Türk devirlerinde de merkezi önemini devam ettirmiştir.

İstanbul’un en önemli abideleri Ayasofya, Sultan Ahmet Camii, Türk ve İslam Eserleri Müzesi, Yerebatan Sarnıcı burada, Hipodromun çevresindedir. Şehrin ana caddeleri (aşağı limana inen ve batıya şehir surlarına doğru gidenler) Hipodromdan başlar ve yamaçları takip ederdi. Yol kenarları ticari kuruluşlar ve ikametgahlarla çevrili idi. Yan yollar dar ve bazıları basamaklarla yokuş aşağı uzanırlardı. Anayol kaldırımları bazen iki katlı, galerili inşa edilmişlerdi.

Roma İmparatorluğu ve sonradan Bizans İmparatorluğu devrinde hipodrom şehrin toplantı, eğlence, heyecan ve spor merkezi olarak 10 yüzyıla kadar önemini sürdürmüştü. Araba yarışları yanında, müzisyen toplulukları, dansözler, akrobatlar, vahşi hayvanlarla kavga gösterileri, toplantılar yapılırdı. Bütün bu faaliyetler için ise Roma devrinde bol tatil günleri mevcuttu. Dev ölçüde bir U harfi şeklinde olan hipodromun doğu uzun tarafında, damında 4 bronz at bulunan, balkon şeklinde, imparator locası yer alırdı. Ortada, hipodromun kum kaplı sahasını ikiye bölen, arabaların etrafında yarıştığı alçak bir duvar, bu duvarın üstünde de İmparatorluğun çeşitli yerlerinden getirilen abideler ve meşhur at yarışçıları ile atlarının heykelleri bulunurdu. Şöhretli bir araba yarışçısı akla gelebilecek her türlü maddi olanak içinde yüzerdi. Yarışçılar yeşil-mavi-sarı-kırmızı gibi politik güçleri de olan takımlara ayrılmışlardı. Zaman, zaman yarışlara politika karışır, karşılıklı güçlerin mücadeleleri korkunç katliamlara dönüşebilirdi. Hipodrom günümüze zemini 4-5 metre yükselmiş ve kalabilmiş 3 abide ile gelmiştir.

Bunlar Örme Dikilitaş, Mısır’dan getirilen Obelisk ve Delfi'deki ApollonYılanlı Sütun'dur. Osmanlı devrinde, bu meydanda bazen, eski günlerindeki zengin gösteriler gibi, çeşitli festival ve gösteriler tertiplenmişti. Hipodrom’un batısında, Sultan Ahmet Camii’nin karşısında yer alan Kanuni'nin sadrazamı İbrahim Paşa Sarayı 16. yy. zengin ve tipik özel sarayların günümüze gelen tek örneğidir. Bu güzel yapı Türk ve İslam Eserleri Müzesi olarak ziyarete açıktır. Hipodromdan günümüze yuvarlak güney ucu kalmıştır. Bu büyük kemerlerle donatılmış tuğla bir yapıdır. Sonraki devirlerde Hipodromun taş blokları ve sütunlarının tamamı başka yapılarda kullanılmıştır. Hipodrom girişi sağındaki parkta 4-5 yy. ait özel saray kalıntıları, az ilerisinde de Aya Öfemiya tapınağından getirtilen Bizans Kilisesinin kalıntıları bulunmaktadır.

Osmanlı zamanında da Yeniçeri isyanları bu bölgede gerçekleşir, kırk gün kırk gece süren şehzade sünnet düğünleri, şenlikler burada yapılırdı. İstanbul'da Halide Edip'in işgale karşı konuşma yaptığı 1920 Sultanahmet mitingi de burada yapılmıştır.

Yeşilköy tarihinde neler oldu?

1926 yılından önceki adı Ayastefanos’du. 1970'lerde İstanbul nüfusunun hızla artmasından önce Yeşilköy bir köy ve sahil dinlenme yeriydi. Osmanlı döneminde yaşayan halk daha çok Rumlardı. Bu dönemde balıkçı köyü olan Yeşilköy’ün adı Aziz Stefan’dı. Yeşilköy adını ise Cumhuriyet döneminde  Halit Ziya Uşaklıgil'in yeşiline, doğasına hayran olduğu için aldığı söylenmektedir.

1203 yılında Haçlılar Latin ordusu Yeşilköy sahiline çıktı. 19. yüzyılda tüm köy güçlü Ermeni Dadyan ailesine ait oldu. Kırım Savaşı sırasında Fransızlar buraya yerleşti. 1878 Savaşında Ruslar Yeşilköy'de karargah kurdular. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı'nın sonuçlarını kayda geçiren Ayastefanos Antlaşması burada imzalandı. Ayrıca Sultan II. Abdülhamit'in Selanik'e sürgün kararı burada alındı.

1912'de Balkan Savaşları sırasında koleradan dolayı hasta olan binlerce asker buraya getirildi. Ve yaklaşık 3.000 asker öldü. Hareket Ordusu Selanik'ten başlayan yolculuğunda son molayı burada verdi. Bu tarihi konaklamanın izdüşümü Yeşilköy’ün sokak ve cadde isimlerine yansıdı.

19. ve erken 20. yüzyılda Yeşilköy İstanbul'un üst sınıfının favori dinlenme sahili ve avlanma yeri oldu. Nüfusunu Türkler, Rumlar, Ermeniler, Levantler oluşturdu. Bu hâlihazırdaki mevcut kalıntının işareti olarak İtalyan elçilik, İtalyan Katolik Mezarlığı, Ermeni ve Rum kiliseleridir. Bütün kiliseler St.Stephene adanır.

Günümüzde Yeşilköy nasıl bir yerdir?

Bakırköy ilçesine bağlı ve Florya sınırlarında yer alan Yeşilköy, günümüzde İstanbul’un en pahalı semtleri arasında yer alır. 19. yüzyılın sonu 20. yüzyılın başlarında inşa edilmiş olan dikkate değer bazı ağaç Art Nouveau evlere sahiptir. Bir marinası ve kumlu plajları vardır.

Yeşilköy Sirkeci-Halkalı banliyö tren hattında bir istasyona sahiptir. İlk istasyon 1871 yılında inşa edilmiştir.

Yeşilköy’de yer alan tarihi yapılar hangileridir?
1.Ayastefanos Rus Abidesi
2.Çınar Otel
3.Ayastefanos Feneri
4.Dadyanlar Konağı
5.Yeşilköy Mecidiye Cami
6.Ayia Fotini Ayazması

20 Mayıs 2017 Cumartesi

Abdi Çelebi Camii

Marmara Caddesi’nde Surp Kevork Ermeni Kilisesi ile yanyanadır. Banisi, Çelebi Abdullah b.Abdurrahman Efendi’dir.

Mimar Sinan tarafından 1533-34 tarihinde, dolma bir suret üzerinde, dört fil ayağı üzerine bir kubbe oturtularak yapılmıştır. Cami 56 m2 olup avlusu 185 m2’dir. Caminin vakfiyesi olmadığından uzun süre bakımsız kalmıştır. II.Abdülhamid devrindede, caminin yanına bir karakol inşa edilmiştir. (Bu bina halen “Basılı kağıt ve Kıymetli Evrak Anbarları Şube Müdürlüğü” tarafından kullanılmaktadır.)

Karakolun inşaatını incelemeye gelen Serasker Rıza Paşa, camiyi harap vaziyette görünce hazineden bin altın harcayarak ihya etmiştir. Balkan ve 1.Cihan Harpleri nedeniyle bakımsızlıktan harap olan camii, Süeda Hanım öncülüğünde, Mahir ve Abdülkadir Bey’lerin yardımlarıyla 1933 yılında tamir ettirilerek yeniden ibadete açılmıştır.

Bu tamir esnasında caminin kubbesi yerine ahşap tavan yapılmış ve üstü kiremitli çatı ile örtülmüştür. İlk minberin 1756’da Mahmut Ağa koydurmuştur. Minberi ahşaptır.Mihrabı mavi üzerine beyaz renkte çeli-sülüs ihlas suresi yazılı çini bordür ile çevrilidir. Camiyi aydınlatan kıymetli kristal avize Naciye Sultan tarafından hediye edilmiştir.

Abdi Subaşı Camii , Fatih

Abdi Subaşı Camii Tarihçesi

Abdi Subaşı Camii’nin Fatih Sultan Mehmet Vakfiyesi’nde Abdi Subaşı tarafından 15. yüzyılda yapıldığı kaydı vardır. Mahmut Ağa Camii, Kuburbeli Mescidi ve İncebel Mescidi gibi adlarla da anılır.

Yıllar içinde harap olduğu ve vakfı da tükendiği için Kanuni devri (1520-1566) Kırkçeşme Suları bina Emini Mahmut Ağa tarafından, Mimar Sinan’a, 1539 yılında yeniden yaptırılmıştır. Evliya Çelebi’nin kitaplarında da Abdi Subaşı Camii hakkında bu hususu belirtilmiştir.

1941 yılında civarda çıkan yangın, Cafer Subaşı Camii ile birlikte bu caminin de yanmasına neden olmuştur. 1989 yılında, Vakıflar İdaresi nezaretinde. Hacı Musa Bayraktar tarafından yeniden yapımına başlanmış ve 1996 yılının Ramazan ayında ibadete açılmıştır.

Dikdörtgen planlı cami; tuğla ve taşla inşa edilmiş, çimento ile sıvanmıştır. Çatı kiremitle örtülmüştür. Yapı, sokak seviyesinden aşağı bir arsada olduğundan mermer merdivenlerle, taşla kaplanmış küçük avluya inilmektedir. Avlunun solunda abdest alma mahalli ve tuvaletler, onun önünde minare, minareden ayrı olarak sağda cami yer almaktadır.

Avludan son cemaat yerine, oradan da ceviz kapı ile harime girilmektedir. Harim-deki mihrap mermerden, minber ve kürsü ahşaptan yapılmıştır. Düz tavan ahşapla kaplanmış, çıtalarla karelere bölünmüştür. Duvarlar yerden yarım metre yüksekliğinde ahşap lambri ile kaplanmıştır. Sol duvarda altlı-üstlü üçer, mihrap duvarında altlı-üstlü ikişer pencere vardır. Sağ duvarda hiç pencere yoktur. Harime giriş kapısının sağında, beton merdivenle üst mahfile çıkılmaktadır. Harimde beş namaz safında ve üst mahfilde toplam yüz kişi namaz kılabilmektedir.

İki bina arasındaki minareye, camiden bir köprü ile geçilmektedir. Tuğla ve taşla örülmüş minarenin şerefesi taştan yapılmış, külahı kurşunla kaplanmıştır.

Abdi Çelebi’nin, Mevlâna soyundan olduğu, Emir Buhari ile “pirdaş” olduğu ve mescid civarında gömülü olduğu belirtilmektedir.

Mevlâna soyundan birinin eserini, Koca Sinan’ın emeğini düşünürken, Abdi Subaşı Camii’nin aydınlığı, ferahlığı, pencereler ve avludan görülen nefis Haliç manzarası karşısında gelenlerin huzurla dolmaması imkânsızdır.

Abdal Yakup Dede Tekkesi

Fatih İlçesi’nde, Davutpaşa-Koca Mustafa paşa arasında, Davutpaşa Mahallesinde, Hekimoğlu Ali Paşa Caddesi. Esekapısı Sokağı ve Davutpaşa Değirmeni Sokağının kuşattığı arsa üzerinde, Hekimoğlu Ali Paşa Külliyesi içinde yer almaktadır. Kaynaklarda “Abdal Yakub Dede” “Asa-fî”. “Cedid Ali Paşa”, “Hekimbaşı Nuh Efendizadc Ali Paşa”, “Hekimoğlu Ali Paşa”, “Hekimzade” ve “Hekimzade Ali Paşa” adlarıyla da mezkûrdur.

Hayatı ve kişiliği hakkında pek az şey bilinen Abdal Yakub Dede tarafından, yaklaşık 18. yy ortalarında, daha sonra yerine İnşa edilen Hekimoğlu Ali Paşa Cami’nin avlusunda, şadırvanın bulunduğu yerde tesis edilmiştir. Sadrazam Hekimoğlu Ali Paşa (1689-1758.) 1147/1734’te burada cami ve külliyesini İnşa ettirirken, mimari özellikleri bilinmeyen bu ilk tekkeyi yıktırmış ve ll6l/1748’de. hemen yakınında, bugünkü yerinde ihya etmiştir. Bu arada, biri ilk tekkenin haziresinde gömülü olan Abdal Yakup Dede ile haleflerine, diğeri ise paşa ile aile efradına tahsis edilen iki bölümlü bir türbe inşa edilmiştir.

Tekkeyi oluşturan unsurlardan beş adet derviş hücresi doğu-batı doğrultusunda uzanan bir kitle içinde sıralanmaktadır. Duvarları moloz taş ve tuğla ile örülmüş, üstleri, aynı doğrultuda devam eden ve ahşap çatı akında gizlenmiş olan bir beşik tonozla örtülmüştür. Hücre dizisinin batı ucunda, sonradan eklenmiş olması muhtemel, nispeten büyükçe bir mekân yer alır.

Doğrudan ahşap çatı ile örtülü olan bu bölümün, meydan odası, taamhane veya mihmanhane olarak kullanıldığı düşünülebilir. Pencereler, ocaklar ve dolap hücreleri ile donatılmış olan bütün bu mekânların kuzey cephesi boyunca, zemini Arnavut kaldırımı döşeli, ahşap direklere oturan bir sundurma uzanmakta, kapılar bu sundurmaya açılmaktadır. Hücrelerin doğu ucunda ise, planı, üst yapısı ve cepheleri ile. alelade bir ahşap mesken niteliğinde olan iki katlı harem ve selamlık bölümleri bulunmaktadır, Söz konusu bölümlerle derviş hücrelerinde  beşi erkek dokuzu kadın olmak üzere toplam on dürt kişinin ikamet ettiği Dahiliye Nezareti’ne hazırlanmış bir istatistikte belirtilmektedir.

Avlunun kuzey kesiminde, birbirine bitişik olarak tasarlanmış bulunan mutfak ile hamam bağımsız bir kitle oluşturmaktadır. Maliye Nezareli’nin 1325/1910 tarihli İstanbul Tekkeleri Taamiye ve Tahsisat Defteri’nde, Abdal Yakub Tekkesi’nin günde bir okka iki yüz dirhem et istihkakı olduğu kaydedilmiştir. Kare planlı mutfağın duvarları, almaşık olarak bir sıra kesme taş ve iki sıra tuğla ile örülmüş, mekânın üstü, içerden sivri tromplara, dışarıdan sekizgen kasnağa oturan, kurşun kaplı bir kubbe ile örtülmüştür

Doğu duvarında tuğla örgülü, yuvarlak kemerli geniş bir kapı ile bir pencere, kuzey duvarında aynı tür kemerlere sahip daha dar bir kapı ile, sonradan iptal edilmiş diğer bir pencere, sağır olan batı duvarında da İki adet niş bulunmaktadır. Mutfağın güneybatı köşesinde, geniş yuvarlak kemeri ile göze çarpan ocağın dışa taşkın kitlesinin yanına, tek birimli ufak bir hamam yerleştirilmiştir. Tek sıra tuğlayla örülmüş ince duvarları ve üstünü örten beşik tonozu ile küçük bir halvet niteliğindeki bu hamam ile mutlak uçağının arasında, su kazanının bulunduğu bölme yer almakta, başka bir deyimle ocağın aynı zamanda hamam külhanı olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır.

Türk mimarisinde benzeri hemen hiç bulunmayan bu mutfak hamam bağlantısı şüphesiz Abdal Yakub Tekkesinin en ilginç yanını oluşturmaktadır.

Kaynak: İstanbul Ansiklopedisi

Abbas Hilmi Paşa

Osmanlı İmparatorluğunun fermanıyla Mısır’a Hidiv olanların sonuncusudur. Hidiv Tevfik Paşanın oğludur. İskenderiye’de doğdu. Babasının ölümü üzerine 1892 de, 18 yaşında iken Hidivliğe geçti.

Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti Almanya tarafında harbe girince İngilizler, Osmanlı İmparatorluğunun Mısır üzerindeki haklarını tanımaz oldular. O sırada İstanbul’da bulunan Abbas Hilmi Paşayı Hidivlikten düşürerek Amcaoğlu Hüseyin Kamil Paşayı «Sultan» unvanıyla Mısır tahtına oturttular. Abbas Hilmi Paşa 1923 ten sonraki hayatının çoğunu Avrupada geçirdi.

İkinci Dünya Savaşı’nın son günlerinde İsviçre’de öldü. Kendisi Türk dostu ve İngiliz düşmanı olarak tanınmıştır. Abbas Hilmi Paşa; son Mısır hıdividir. (İskenderiye 1874-Cenevre 1944). Tevfik Paşa’nın oğludur. Eğitimine özen gösterildi, Viyana’daki Theresianum Okulu’nda okudu. Babası Tevfik Paşa’nın ölümü (7 Ocak 1892) üzerine Osmanlı Devleti’nce Mısır’a hıdiv atandı (27 Mart 1892).

İngilizlerin Mısır’ın içişlerine fazla karışmaları ve ülkedeki asker sayısını artırmaları üzerine İngilizlere karşı cephe aldı. Bunun üzerine Mısır’da karışıklıklar ortaya çıktı. Uyguladığı ulusal politikayı baltalamak için İngilizler yoğun çaba harcadılar.

Fransa’nın Fas’ı işgal etme girişimi üzerine Mısır’daki isteklerinden vazgeçmesi üzerine, Hıdiv, İngilizlerden hac yolu üzerindeki Akabe ve el-Ariş’i boşaltmalarını istedi. Ancak İngiltere, 1906’ya kadar bu konuyu oyalamasını bildi. Bu arada Nazırlar Reisi Mustafa Fehmi Paşa’nın yerine Fahri Paşa’yı atamak istemesi, İngilizleri kızdırdı.

Olay işgal kuvvetlerini harekete geçirecek kadar alevlendi. Riyaz Paşa’nın bu makama atanmasıyla konu kapatıldı. İngilizlerin artan baskısı üzerine çabalarını eğitim ve basın alanlarına kaydırdı. İngiliz işgal kuvvetlerine karşı yardım almak amacıyla 1893’te İstanbul’a geldi.

Babıâli’deki görüşmelerden olumlu sonuç alamayınca mücadelesinden vazgeçti ve her yıl Avrupa gezilerine çıkmaya başladı. Birinci Dünya Savaşı başladığında İstanbul’da bulunuyordu. Osmanlı İmparatorluğu Almanya’nın yanında yer alınca İngilizler Mısır’daki tüm Osmanlı haklarını kaldırdıklarını duyurdular.

Bu karar üzerine Abbas Hilmi Paşa hıdivlikten alındı. Yerine Hüseyin Kâmil (1914-1917) atandı. Fakat Türkiye 24 Temmuz 1923’te Lozan Antlaşması imzalanıncaya kadar Abbas Hilmi Paşa’yı Mısır Hıdivi olarak tanımayı sürdürdü.

Abbas Hilmi Paşa hıdivlikten alındıktan sonra İsviçre’nin Cenevre Kenti’ne yerleşti ve burada öldü.

Abbas Halim Paşa Konağı

İstanbul Adalar ilçesi, Heybeliada’da Abbas Halim Paşa Mahallesi’nde bulunan bu köşkleri Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın torunu, Prens Abbas Halim Paşa (1866–1935) 1897–1899 yıllarında yaptırmıştır.

Paşaya ait olan yaklaşık 3 dönümlük arazi üzerinde üç ayrı köşk bulunmaktadır. Bu köşklerin planları Hovsep Aznavur tarafından çizilmiştir. Köşkler birbirlerinden farklı üsluplardadır. Bunlar Harem Köşkü, Selamlık Köşkü ve Bendegân Köşkü’dür.
Bu köşklerden Harem Köşkü Yeni İskele Yolu ile Abbas Paşa Sokağı’nın birleştiği yerde geniş bir bahçe içerisindedir. Abbas Halim Paşa’nın ölümünden sonra köşk Prenses Zeynep Hanım’a geçmiş, 1945 yılında yıkılmıştır.

Bu köşkün cephe tasarımı, mimari ayrıntıları ve süslemeleri Mimar Aznavur tarafından yapılmış ve eski Mısır mimarisinden esinlenilmiştir. Köşk kâgir bir bodrum üzerinde iki kat ve bir de çatı katından meydana gelmiştir. Kuzeybatıda denize bakan giriş cephesi ile yan cephelerdeki dışa taşkın bölümler eski Mısır mimarisi ile yakınlık gösterdiği gibi mabet cephelerinde kullanılmış pilonlara da burada yer verilmiştir. Aşağıdan yukarıya doğru daralan kesik piramitlere benzeyen bu pilonlar kabartma ve şeritlerle bezenmiş ve bütünü silmeler içerisine alınmıştır. Pilonların üzerinde hiyerogliflerle bezeli lotus biçiminde başlıklar bulunmaktadır. Bunlar aynı zamanda üzerindeki balkonu da taşımaktadır.

Girişten bir sahanlığa, oradan da köşkün holüne girilmektedir. İç mekân tasarımında Osmanlı sivil mimarisinin ana hatlarının ağırlık kazandığı görülmektedir. Zemin katta bulunan sofa yapıyı boydan boya kat etmekte, çevresine de salon ve odalar yerleştirilmiştir. Üst katın da bunun bir benzeri olduğu sanılmaktadır.

Abbas Halim Paşa Köşklerinden Selamlık Köşkü, Refah Şehitleri Caddesi ile Fettah Sokağı’nın köşesinde bulunmaktadır. Selamlık olarak düzenlenen, meyilli bir arsada yer alan ahşap köşk iki katlıdır. Refah Şehitleri Caddesi’nden içerisine girilen köşkün arazi konumu ile meydana getirilmiş bir bodrumu bulunmaktadır.

Zemin kat bahçe yönüne doğru ahşap dikmelere oturmaktadır. Üst kat ise zemine göre biraz daha geriye çekilmiştir. Ana girişten camekânlı bir taşlığa, oradan da yapıyı boydan boya kat eden bir sofaya geçilmektedir. Büyük kemerli pencerelerle aydınlatılan, arka bahçeye yönelik sofanın iki yanına küçüklü büyüklü odalar sıralanmıştır. Osmanlı ampir izlerinin ağırlık gösterdiği bu köşk, 19. yüzyılda Boğaz’da yapılan yalılarla benzerlik göstermektedir.

Bu köşklerden Bendegân Köşkü Fettah Sokağı ile Yeni İskele Yolu’nun kavşağında bulunmaktadır. Burada Abbas Halim Paşa’nın oldukça kalabalık olan maiyeti yaşamıştır. Günümüze gelebilen bu yapı üç katlı ve ahşap olup, 2. Meşrutiyet döneminde bir süre Sebilürreşad Rüştiyesi olarak kullanılmış, Paşa’nın ölümünden sonra da Prenses Nimet Hanım’a geçmiş 1938 yılında da satılmıştır.

BELGRAD ORMANI VE BENTLER

Kuzeyden, Karadeniz üstünden, yağış getiren bereketli rüzgârlar eser. İstanbul'un kuzeyinde ve Trakya'nın doğusunda, deniz kıyısı boyunca uzanan Istranca Dağları alçalır ve Belgrad Ormanı dediğimiz bölge haline gelir. Ortalama yükseklik 150 metreyi bulmaz burada; en yüksek nokta (Kartaltepe) ancak 230 metredir.

Ormanlık alan, zamanla, yarıya yakın azalmıştır (12.000 hektardan 5.000 hektara). Bitki örtüsü zengin çeşitli, ağaçlan genellikle yayvan yapraklıdır. Yabani hayvan vardır, ama azalmaktadır. Havası İstanbul'a göre her zaman serindir. Yağış hem İstanbul'a böyle güzel bir orman kazandırmış, hem de burayı şehrin su deposu haline getirmiştir. Buradan şehre su getirmek için ilk düzenlemeleri Romalılar yaptı. Bizans ve Osmanlı dönemlerinde de olanlar takviye edilirken yenileri eklendi. Kanuni Süleyman Sırbistan seferinden dönerken birlikte getirdiği Sırplardan bir kısmını bu orman içinde iskân etti. O sırada kurulan Belgrad (ya da Belgradcık) köyü ormana adını verdi. Kanuni burada toprak kullanma hakkı verdiği Sırpların bunun karşılığında suyollarına bakmasını talep ediyordu. Daha 1575'te bir koruma ihtiyacı görülmüş ve su nazırı emrinde ormanı, bentleri, suyollarını gözetecek özel bir örgüt kurulmuştu.

Sel rejiminde birçok dere Karadeniz'e akar. Güney tarafında kalan dereler ise orman içinde belirli havzalarda toplanır. Bentler buralarda yapılmıştır. Doğudan batıya doğru gidersek ilkin Valide Bendi, II. Mahmut Bendi (Yenibent) ve Topuzlu Bent'in oluşturduğu grubu görürüz. Karanlık Bent, Büyük Bent ve Kirazlı Bent ortadadır. Batıda ise Ayvat Bendi bulunur.

Bizans zamanında da, bu havzalarda toplanan suların daha güneyde, kulesinden ötürü Pyrgos diye adlandırılan yerdeki havuza (III. Osman zamanında onarılan baş havuz) toplandığı anlaşılmaktadır. Burada Osmanlı döneminde de kemerler yapılmış ve adlar bileşerek Kemerburgaz olmuştur.

Bütün bu alan içinde bazıları oldukça uzun ve görkemli, hepsi de hâlâ çok güzel su kemerleri vardır. Bizans'tan kalanlar (örneğin İustinianos'un büyük kemeri) Osmanlı döneminde onarılmıştır. Bunların arasında Mavlova en güzellerinden biridir. Cebeciköy'de Balıklı Kemer ve havuzu, Kemerburgaz'da dik bir dirsek yapan Eğrikemer, Uzunkemer, Güzelcekemer hepsi görülmeye değer yapılardır. Bu suların büyük bölümü Hacı Osman Bayırı ve sonra da Maslak üzerinden kente gelir. Bu, yirmi kilometreden fazla bir uzaklık demektir. Ancak İstanbul'un son yirmi, otuz yıllık büyümesi, yüzyıllardır İstanbul'u besleyen Bentler'in su kapasitesini "devede kulak" denecek kadar azaltmıştır.

Belgrad Ormanı günümüzde İstanbul'un başlıca piknik alanlarından biri. Bu kitlesel kullanım kirlenme ve yangın tehlikelerine de yol açtığı için denetimin artması da gerekli olmuştur.

Bunun için belirli yerlerde piknik alanları düzenlenmiş ve özellikle "jogging" modasının çıkmasından sonra koşu yapmak için buraya gelenlere egzersiz istasyonları olan bir parkur açılmıştır.

Yakın tarihte Belgrad Ormanı önemli bir siyasi akımın başladığı yerdir. 1865'te aralarında Namık Kemal ve Ayetullah Efendi de bulunan altı kişi (öbürleri Reşat, Mehmet Ali, Nuri bundan üç ay sonra koleradan ölen Refik) piknik havasında toplanarak, sonradan Yeni Osmanlılar adını alan İttifakı Hamiyet Cemiyeti'ni kurdular. Bir süre sonra Mustafa Fazıl Paşa, Ziya Paşa, Ebüzziya Tevfık ve Ali Suavi gibi başkaları da Cemiyet'e katıldı. Belgrad Ormanı toplantısına, Ayetullah Efendi, Carbonari örgütünün ve "Lehistan Teşkilâtı Hafiyesi"nin tüzüklerini getirmişti.

KARADENİZ KIYISI

Belgrad Ormanı Karadeniz kıyısına beş, altı kilometre kadar yaklaşır. Bundan sonrasında yükseklik azalır ve kıyıya gelindiğinde zaman zaman kesintiye uğrayan geniş kumsallarla karşılaşırız. Bunların en büyüklerinden olan Kilyos, uzaklığına rağmen, şehrin en popüler plajlarından biridir. Popülerdir ama, bütün Karadeniz kumsallarında olduğu gibi burada da dalga eksik olmaz ve gerçek anlamda yüzmeyi imkânsızlaştırır. Ayrıca, çekilen dalga kumu da geri götürdüğü için, her yıl, denize alışık olmayan birileri paniğe kapılıp boğulur buralarda.

Daha batıya doğru GümüşdereKısırkaya vardır, buralardan itibaren, Terkos gölüne kadar, yıllardan beri linyit ocakları açılmaktadır. Burada bu linyitin bulunması İstanbul için nimet değil, felâket olmuştur. Kömür çıkarmak için doğa berbat edilmiş, kıyılar kirletilmiştir; çıkan kömür çok düşük nitelikli (az kalori, yüksek kükürt vb.) olduğu için, bunun yakılmasıyla İstanbul'un havası kirletilmektedir.

İstanbul'un musluktan akan suyuna adını veren Terkos Gölü de şimdi perişan bir durumda. Geçen yüzyılsonunda burası ana su kaynağı olarak, bir Fransız İirketi tarafından şehre bağlanmıştı. İimdi madenler, kuzeyden yayılma eğilimi gösteren kumullar ve kuraklık Terkos'u iyiden iyiye kuruttu.

Daha batıya doğru eski adı Podima olan Yalıköy ve Kastro deresi gibi güzel noktalarla, İstanbul'un kuzey uçlarındaki ve Karadeniz kıyısındaki uzantıların sonuna geliyoruz.

YALOVA

İstanbul'da sağa sola doğru izlediğimiz çeşitli güzergâhlarla hiç ilgisi olmayan bir yer, Yalova. Ama resmen İstanbul'un içinde. Bu "resmi"lik bizi hiç ilgilendirmeyebilirdi, ardında "fiili" bir şey olmasaydı.

Türkiye'de, daha doğrusu İstanbul'da, memleket gezme âdeti görece yeni başlamıştır. Başladıktan sonra da, gezilebilir yerler yelpazesi, belirli evrelerle genişlemiştir. Cumhuriyet'in kuruluş yılllarında bu yelpaze hayli dardı. İstanbullu için gezip tozmak, eğlenmek üzere gidilecek yer, Bursa ya da Yalova gibi, yakın yerlerdi. Bursa'da Çelik Palas'a, Yalova'da Termal'e gidilir, iki yerde de kaplıcada yıkanırdı. Gezme tozma, ama aynı zamanda "sıhhat"!

Öte yandan, bürokrat gelenekli toplumumuzda, devlet memurlarının ki zaten gezip tozmanın hem maddi imkânı, hem mânevi ve entelektüel ufku, yalnız onlarda vardı il sınırları dışına çıkmak için âmirlerinden, kurumlarından resmen izin almalarını gerektiren bir yasa yapılmıştı. Bu kısıtlamaya karşı bir de ferahlama ile denge sağlamak üzere, Yalova köyü İstanbul iline bağlandı Bursa'yı İstanbul'un bir ilçesi haline getirmekse mümkün olmadı.

O gün bu gündür Yalova'nın bu durumu devam ediyor. Ayrıca İstanbul'un sebzemeyve bahçesi olmak gibi bir özelliği de var, ama ona bakılırsa Türkiye'nin her yerinden ürün akıyor İstanbul'a.

Çınarcık'ta, Armutlu'da sayfiye şehirleri kurulur, Trakya'da yazlıklar Ereğli'ye doğru kesintisiz bir duvar halinde kıyı boyunca koşarken, vapurla birkaç saatte varılan Yalova da bu furyadan payına düşeni aldı.

İstanbul’la Yalova arasında organik bağ kurmakta benim de öznel bir katkım var. Kadıköy'de, çarşı içinde, Fıçı adında mütevazı bir meyhane vardı. Kadirşinas Reşat Ekr em bu kurumu ansiklopedisine almıştır. İöyle anlatır: ". . 1968'de Kâtib Atacan tarafından aynı isimle ve içkili ikinci sınıf lokanta olarak açıldı. Bilhassa Oğuz adında müşteri hal ve hatırı bilir bir barmenin himmetiyle ilk zamanlardan daha çok rağbet gören bir yer oldu. . Kâtib Atacan Hemşinli'dir. . Karpiç'in garsonlarından biri olmuştu. Barmen Oğuz 1969'da ayrılmış, bir pasaj içinde kendi adına bir lokanta açmış, yerine Hemşinli Talib gelmiştir."

Evet, Kâtib Atacan, yanılmıyorsam 1980'lerin başında Fıçı'yı devredip Yalova'da Atacan adında bir lokanta açtı. Bu hâlâ çalışıyor mu, bilmiyorum, ama bana göre bu da bir organik ilişki.

Kâtib, Oğuz, sonradan ikisinde de çalışan Dursun, biz eski Kadıköylüler için güzel isimler. Yalova'ya yola çıktık, ama fazla duramadan Kadıköy'e döndük. Son bir anıyla bitireyim bu bölümü. Fıçı'da veya Oğuz'da biz otururken, gecede birkaç sefer kapı açılır, bir adam içeri hızla dalardı. Sağ eli kalkık, ayakta duranlar arasından telâşlı telâşlı bara yaklaşırdı. Barmen de zaten onu görmüş ve bir tek sek doldurmuş olurdu. Adam tezgâha varınca uzatılan kadehi kapıp iki yudumda diker, aynı azim ve kararlılıkla çıkar giderdi.

Kadıköy Çarşısı'nda küçük imalâtla uğraşan ve geceleri de çalışan bir adamdı bu. Bir iki saatte bir rakısı geliyor, çıkıp çevrede bildiği birkaç yeri bu şekilde turluyor, dönüp işine devam ediyordu. Hesabı da ertesi gün, gündüz öderdi.

Gelince garsonlar "Ekspres geldi," der, gereğini yaparlardı.

Zühtü Paşa Camii

Kadıköy, Kızıltoprak’tadır. 1884 yılında Ahmet Zühtü Paşa yaptırmıştır. Taş yapıya basamaklarla çıkılmaktadır. Tek şerefeli, kısa, kalın minaresi vardır. Camiyle cadde arasındaki hazirede Zühtü Paşa ve yakınları gömülüdür.

Zülfaris Sinagogu

Mekan Adı: Zülfaris Sinagogu (500.Yıl Vakfı Türk Musevileri Müzesi)
Adres: Karaköy Meydanı, Perçemli Sokak Karaköy Beyoğlu İstanbul
Telefon: 0212 292 63 33 - 34

Zülfaris Sinagogu, İstanbul`da Beyoğlu ilçesinin Galata semtinde bulunan bir sinagog. 1671 tarihinde mevcut olduğu bilimektedir. Ancak bugünkü bina eski temeller üzerinde, muhtemelen 19. yüzyıl başında, tekrar inşa edilmişti.

Çeşitli zamanlarda yapılan restorasyon çalışmalarıyla, günümüze kadar güzelliğini koruyan Zülfaris Sinagogu, Kamhi Ailesinin maddi katkıları, ve tarihci, yazar ve küratör olan Naim Güleryüz`ün öneri ve tasarımıyla 500. Yıl Vakfı Türk Musevileri Müzesi, olarak 25 Kasım 2001`de açılarak hizmete girmiştir.

1823 (25 Safer 1239) - Cemaat arşivlerinde adı Kal Kadoş Galata (Galata Kutsal Sinagogu) olarak geçen, ancak, sokağın eski adı olan ve Osmanlı`ca gelin perçemi anlamına gelen Zülf-ü Arus sözcüğünün halk arasında kısaltılmış şekli Zülfaris adıyla tanınan ve anılan sinagog binası eski temeller üzerinde inşa edildi.
1882 (Ellul 5642) - Mermer Ehal, etrafındaki çerçevedeki yazıda okunduğuna göre, Galata`da doğan ve yaşayan Rahmetli Hayim`in oğlu Semuel Malki tarafından Hayim`in malları ile yaptırıldı.
1890 - Bina, Kamondo ailesinin maddi katkısı ile esastan tamir edildi.
1904 (Nisan 5664) - Tüm törenlerin ve çoğu düğünlerin icra edildiği sinagogun içi ve dışı, Saadetlu Jak Bey de Leon Başkanlığında Galata Musevi Cemaatı tarafından, Yahudi olan ve olmayan ziyaretçilere mahcup olmamak için tamir ve restore edildi.
1968 - Yeniden esaslı bir tamir gördü.
1979 - İstanbul`da yaşayan Trakya kökenli Yahudilerin ibadetine tahsis edildi.
1983 - Zülfaris Sinagogunda son düğün.
1985 - Çevrede ikamet eden cemaat yokluğundan ibadethane işlevi sona erdi ve kapandı.
1992 - Bina, sahibi olan Neve Şalom Vakfı tarafından, Müze kurulmak üzere 500.Yıl Vakfı`na tahsis edildi.
25 Kasım 2001 - Sinagog binası, Kamhi ailesinin maddi ve Jak Kamhi`nin değerli katkıları, Naim A. Güleryüz`ün vizyon ve tasarımı ile 500. Yıl Vakfı tarafından Müze olarak düzenlenerek hizmete girdi.

Sayısız sevinçli ve acıklı törene sahne olan Zülfaris`in tarihinde anlamlı anlarından biri, Ağustos 1856`da İstanbul`u ziyaret eden, Paris Yahudi Hayırsever Cemiyeti Başkanı Albert Kahn tarafından, Kırım Savaşı`nda Rusya`ya karşı Osmanlı yanında yer alan Fransız ordusunda yaşamını yitiren Yahudi askerler anısına düzenlenen ve Kurmay Albay Garbi Bey komutasında bir Osmanlı askeri müfrezesinin de hazır bulunduğu anma törenidir.

19 Mayıs 2017 Cuma

Ayasofya Tarihi

Bu büyük anıtın bulunduğu yerde daha önce aynı adı taşıyan iki kilise yapılmış, ama bunlar çeşitli nedenlerle yok olmuştu. Onların bazı kalıntıları bahçede duruyor. İmparator İustinianos siyasi düzeyde eski Roma İmparatorluğu'nu yeniden bir araya getirme amacıyla generali Belisarius'u İtalya'ya ve Kuzey Afrika'ya yollarken, bu iddialı planlarına uygun bir biçimde, başkentinde o zamana kadar görülmemiş büyüklükte bir kilise yaptırmaya girişti.

Matematikçi Tralles'li Anthemius ve Miletus'lu geometri bilgini İsidorus kilisenin mimarı olarak görevlendirildi. Kısa süre sonra Anthemius öldü; Kilise tamamlandıktan az sonra bir kısmı depremde çöktü. O zaman işe katılan, Miletus'lu mimarın yeğeni genç İsidorus'un katkısıyla kubbe kasnağı yükseltilerek ağırlık azaltıldı ve bu biçimiyle kubbe ve kilise, zaman zaman bazı onarımlardan geçerek, günümüze kadar geldi (dışarıdan duvarı destekleyen büyük ve biraz "estetik siz" destek duvarları bu sonraki onarım ve tedbirlerdendir. Doğu batı akşındaki yarım kubbeli duvarlar yeterince sağlam olduğu halde, kuzey güney duvarlarındaki kemerler görece zayıf kalmış ve bunların ek desteklerle sağlama alınması gerekmişti).

Ayasofya'nın görünümü, boyutları, bugün de ona bakan insanda hayret ve huşu duygulan uyandırır. Ama çağdaş insanın gözü ve belleği, ne olsa çok sayıda anıtsal binaya göre koşullanmıştır. 6.yüzyılda ve çok daha sonraları bu binayı görmek benzersiz bir yaşantı olmalıydı. Nitekim İustinianos kendisi de kilisenin resmi açılışında heyecana kapılmış ve "Seni geçtim, Süleyman!" diye haykırmıştı. Daha sonra yapılan yalnız üç kilise, sırayla Londra'da St. Paul, Roma'da St. Peter ve Milano'da Duomo, Ayasofya'yı büyüklükte geride bırakmışlardır. Bu bağlamda birkaç rakam verelim: Kilisenin yüzölçümü 7570 metrekaredir. Uzunluğu 100 metreyi geçer. Orta nefin boyutları 75x70 metredir. Kubbenin yerden yüksekliği 55.60, çapı ise 31-32 metredir (onarımdan ötürü tam bir daire değildir).

Bir zaman kubbeden sarkıtılan iskandillerin yere değdiği noktalara işaret konmuştur. Bunları birbirine bağlayarak yuvarlağı dönünce, kubbenin büyüklüğü, gördüğümüz ve bildiğimiz halde, bizi bir kere daha şaşırtır. Bina¬nın dış görünüşünden çok, öncelikle içinin etkileyiciliğine önem verildiği, çok dikkatli olmayan bir bakışla da anlaşılıyor (bu çapta bir binanın dış görünüşünün nasıl olsa yeterince etkileyici olacağı düşünülmüştü herhalde). Mimari plan oldukça ilginçtir.

O zamana kadar genellikle yuvar lak planlı binalarda başarıyla (Roma'daki Pantheon gibi) kullanılan kubbe, dört köşe bir bazilikal binanın üzerine oturtulmuş. Dolayısıyla yuvarlak kubbe aşağıdaki dikdörtgene pandantiflerle bağlanıyor. Ama asıl dahiyane yenilik, kubbenin iki yanına yapılan iki yarım kubbeyle merkezi mekânın genişletilmesidir. Bu, binanın içinde durup bakan insana muazzam bir genişlik duygusu veriyor (hatta belki de "ezici" bir etkisi var). Kasnakla yarım kubbeler ve onları destekleyen altı daha küçük kubbeye rağmen, merkezde büyük bir ağırlık vardır ve bu ağırlık kilise içinde, zeminde ve üst galerilerde sıralanan 107 sütuna bindirilmiştir.

Plan 1. Ayasofya

Ayasofya'dan sonra, Bizans mimarisinde, bu çapta yeni bir bina inşaatına girişilmedi. Bu bakımdan Ayasofya kendinden sonraki Bizans mimarisinden çok, Osmanlı mimarisini etkilemiştir. Özellikle yarım kubbelerin düzenlenişi Osmanlı mimarlarına esin kaynağı olmuştur. Ancak iç düzenlemelerde Osmanlı mimarları merkezi ağırlığı çok sayıda sütundan az sayıda ama daha güçlü dayanaklara aktarma ve böylece iç mekânı genişletme, daha doğrusu, görüşü engelleyen öğeleri azaltma yolunu tutmuşlardır.

Konstantinopolis'in Patriklik kilisesi olarak 916 yıl kullanılan Ayasofya, 1453'te, fetihten kısa bir süre sonra camiye çevrildi. O çağın ideolojik koşullarında bu değişim bir saygı jesti olarak anlaşılmalıdır. Kitaba ve tek Tanrı'ya inanan insanların yaptığı bu büyük ve güzel binayı, aynı Tanrı'ya biraz farklı biçimde inanan Müslüman Türkler de en görkemli ibadethaneleri olarak benimsediler.

İmparatorluğun son yıllarına kadar özel günlerde en sık kullanılan cami Ayasofya oldu. Bu âdet, yakıp yıkmanın yanında, uygar bir davranıştı. Pratikte de, birçok değerli tarihi binanın korunmasını sağlıyordu. Müslümanlar kendi inançları gereği tasvirleri kaldırdılar, resimlerin, mozaiklerin üstüne badana çektiler (bu da aslında çok sonraları yapıldı ve koruyucu işlev gördü), ama örneğin İkonoklastlar gibi resimleri tahrip etmediler. Zamanla bu yeni camiye dört minare eklendi; içine mihrap, minber gibi Müslüman ibadetinin öğeleri kondu. Bütün camilerde yer alan "Allah", "Muhammed", "Ebubekir", "Ömer", "Osman", "Ali", "Hasan" ve "Hüseyin" levhaları asıldı.

477 yıl boyunca da Ayasofya Müslümanların bir numaralı ibadethanesi olarak kullanıldı. Osmanlı dönemi boyunca birçok büyük ve görkemli cami yapıldığı halde, Ayasofya bu özel iğini korudu. 1935'te, çok yerinde bir kararla, müze haline getirildi (bu zaman zaman siyasi bir tartışma konusu oluyor, çünkü bazı katı Müslümanlar tepkici bir tavırla Ayasofya'nın yeniden cami yapılmasını istiyorlar, ama kilise olmasını isteyen Ortodoksların da varlığını işitiyoruz).

Ayasofya'nın eski girişi batı kanadındaydı ve buraya, şimdi izi kalmayan bir avludan (atrium) geliniyordu. Dış nartekse beş kapıdan girilirdi; yandaki en büyük ve güzel kapı imparator ve ailesi içindi. Muhafızların imparatoru beklediği bu girişte, ancak 1933'te badana altında bulunmuş bir mozaik var: İki imparator, Konstantinos ve İustinianos, kucağında İsa'yı tutan Meryem'e İstanbul surlarını ve Ayasofya'yı armağan ediyorlar. Bunun 10. yüzyıldan kalma olduğu sanılıyor (İkonoklast tahribatından ötürü kilisenin orijinal mozaiklerinden hiçbiri kalmamıştır). Ancak, Freely'nin Strolling Through İstanbul'da dikkati çektiği gibi, ne surlar surlara, ne de Ayasofya Ayasofya'ya benziyor!

Buradan dokuz kapılı ve tonozlu iç nartekse geçebiliyoruz. Ortadaki kapı özellikle görkemli. İimdi tepeleri pirinç kaplı olan kapıların İustinianos zamanında gümüş kaplı olduğu biliniyor (bu gibi değerli madenlerin çoğu da 1204 sonrasında, Latin işgali sırasında yağma edilmiş). Orta kapının üzerinde sağ eliyle herhalde bizi kutsayan İsa mozaiğini görüyoruz. İsa'nın önünde secdeye varan imparator figürünün VI. Leon'u temsil ettiği kabul ediliyor. Böyleyse, Leon çok fazla evlendiği için özür diliyor olmalı!

Narteksten nefe girdiğimizde, sanırım loşluk ve pek çok pencereden süzülen ışık hepimizin ilk ve sarsıcı izlenimini oluşturur. Ayrıntılar yavaş yavaş seçilir hale gelir. Kubbe ve yarım kubbeler, kasnaktaki kırk pencere, yarım kııbbelerdeki, duvarlardaki pencereler. Arka planları daha da mistik bir loşluğa bürünen kolonadlar. Yukarıdan sarkıtılmış muazzam kandiller, kenarlardaki küpler, vb. sırayla görüş alanına girer.

Sütunlar dünyanın dört tarafından toplanıp buraya getirilmişti. Bazıları, Efes'teki Artemis tapınağı gibi, antik dünyanın belli başlı anıtlarından; Heliopolis'teki Güneş Tapınağından, Baalbek'ten. . Uzaklardan taşınmış somaki sütunlar, Marmara Adası'ndan getirilen siyah beyaz mermer sütunlar ya da duvarları kaplayan kesme mermerler, bunlardan bazılarının neredeyse figüratif resim izlenimi veren şaşırtıcı dizaynları. Sütun başlıkları bütün Bizans sanatında benzeri bulunması güç bir sabır ve ustalıkla övülmüştür.

Net kısmında, kubbenin altında bulunan mozaiklerden bir kısmının Osmanlı döneminde uzun zaman örtülmediği anlaşılıyor (örneğin 17. yüzyılın ünlü seyyah ve yazarı Evliya Çelebi bunları anlatır, demek ki o sırada üstleri örtülmemiştir.) Apsiste, kucağında çocuk İsa ile Meryem'i görürüz. Gene apsiste ünlü Cebrail mozaiği vardır. Kemerin kuzeyinde ise Mikail'in kanatlarından sadece birkaç ayrıntı seçilebiliyor Kuzey duvarındaki nişlerde üç Hıristiyan aziz, İgnatios, Hrisostomos ve İgnatios Teoforos resmedilmiş. Kubbenin pandantiflerinde (doğudakiler) resmedilmiş figürler ise melekler.

Ayasofya'nın çekici bölümlerinden biri de her zaman açık olmayan üst galerilerdir. Ortodoks kiliselerinde gynaeceum (yineka) denilen kadınlar kısmı yukarıda yapılır. Ayasofya'daki "yukarı", doğal olarak hayli yukarıdadır. İmparatoriçenin, imparator ailesinden kadınların, sıradan kadınların, ayrıca da sinodların vb. bölmeleri bulunan bu galerilerden, kilisenin içine kuşbakışı bakmanın güzelliği de bambaşkadır. Bu galerilerde İmparator Aleksandros'un, İmparatoriçe Zoe ile kocası Konstantinos'un (kocaları değiştikçe mozaikteki yüzün de değiştiği söylenir), Ioannis Komnenos ile karısı Eirene’nin, son olarak da, İsa ile, insanlığı kurtarması için ona yalvardıkları sanılan Meryem ve Vaftizci Yahya'nın resmedildiği Deesis sahnesinin mozaikleri vardır. Latin işgalinin başkomutanı Venedik dukası Dandolo'nun mezarı bile buradadır!

Ama bu galeride İstanbul'a Dandolo'dan da uzak birinin kazıdığı bir yazı var. Runik alfabeyle kazılmış bu yazının tamamı okunamıyor, yalnız "Halfdan" diye bir Viking adı seçilebiliyor.

Macarlar, Lombardlar gibi Vikingler de Bizans hassa alayında çalışmaya ve para kazanmaya gelirlerdi. Belki de bunlardan biri ayin sırasında sıkıntıdan adını taşa kazıdı.

Türkler Ayasofya'ya gerçekten çok değer verdikleri için, pek çok padişah, şehzade ve hanım sultan türbesi caminin bahçesinde yer alır. Örneğin, I. Mustafa'nın gömülmesi için eski vaftizhane türbeye çevrilmiştir (onun yanına ünlü Deli İbrahim'i de gömdüler ve böylece burası "aklından zoru olan padişahlar türbesi" haline geldi). Ayrıca saltanat yılları birbirini izleyen II. Selim'in, III. Murat'la III. Mehmet'in görülmeye değer türbeleri de burada yapılmıştır.

Bahçede, 19. yüzyıl ortasında Ayasofya'yı restore eden İsviçreli İtalyan Fossati kardeşlerin yaptığı muvakkithane, I. Mahmut zamanından şadırvan, sayısız sütunlar, daha önceki (Teodosios zamanındaki) Ayasofya girişinin kalıntıları, kuzey duvarına bitişik imaret, bir de sevimli kahve vardır. Yeni bir yöne doğru atılmadan önce bu kahvede oturup az önce gördüğünüz pek çok şeyi zihninizde sıraya sokabilirsiniz.

Ayasofya hakkında, bu yakınlarda ilginç bir araştırma yayımlandı: Stefanos Yerasimos, La Fondation de Constantinople et de SainteSophie (Institut Français d'Etudes Anatoliennesd'İstanbul, Librarie d'Amerique et d'Orient, Paris 1990). Yazar eskiden beri bilinen çok sayıda efsaneyi yeni bir anlayışla değerlendirerek efsanede yer alan ideolojik tarihi deşifre ediyor. Bunun için Türk efsanesine kaynaklık eden Hıristiyan ve Arap metinlerini de tarıyor.

İmparatoru, Tanrı'nın yeryüzündeki gölgesinden çok, onunla rekabete kalkışan bir gâsıp olarak gören (demokratik eğilimli) yazarlar, öteden beri, azametli ibadethaneleri veya dünyevi azamet sergileyen her türlü yapıyı eleştirmişler tabii efsane biçimi ve dini ideoloji kalıpları içinde. Konstantinopolis'in hikâyesi de ta Hazreti Süleyman'dan başlıyor ve onun putperest geçmişle uzlaşması anlatılıyor (karısının putperest olması, cinlerle uzlaşması vb.).

Zaman içinde, Yanko bin Madyan adı verilen bir efsane kişisi türetiliyor ve İstanbul'un kuruluşu ona yükleniyor. Ayasofya bu efsanelerde merkezi rol oynuyor. Kalıp, kültürden kültüre, hem özünü koruyarak, hem de her seferinde yeni öğeler eklenerek aktarılıyor. Kibirli dünyevi hükümdarların günahlarıyla yaklaştırdıkları kıyamet efsanesi de bu öğelerin arasında. Yerasimos'un bu son derece ilginç eserine ben de bu kitabın uygun bölümlerinde değineceğim.

Söz efsaneden açılmışken, Yerasimos'un aktardığı temel ve döngüsel mite, daha basit ve folklorik nitelikte birçok başkaları eklenebilir. Ayasofya ile ilişkisi olan herkes, Bizanslılar, Latinler, Ermeniler, Türkler bu edebiyata katkıda bulunmuştur.

Kökeni herhalde Bizans olan dramatik bir efsaneye göre, savaşı kazanan Türkler Ayasofya'ya geldiğinde patrik dua etmekteymiş. Güneyde, Ayasofya kitaplığı yönünde bir kapıyı çekip ortadan kaybolmuş. Bu kapı bir daha açılmamış. Kubbenin üstüne yeniden haç konduğunda açılacak ve o anda patrik de geri gelip yarım kalan duasını bitirecekmiş.

Fetihle ilgili söylenti çoktur: örneğin, Fatih giriş kapısına eliyle vurmuş ve kapı kapanmaz hale gelmiş. Bu çeşitli "açılmayan" ya da "kapanmayan" kapı söylentileri dışında, bir de, kilisenin güneydoğu köşesindeki payede görülen, el izini andıran oyuk ve bazı başka çizikler hakkında da hikâyeler anlatılır: Fatih oraya eliyle vurmuş, atı da sütuna çifte atmış, hem elin, hem de nalın izleri kalmış vb.

Bunun gibi turistlere gösterilen, ilgi çekici bir ayrıntı da kuzey batı tarafındaki bir sütunda görülen, içine parmak sokulabilir boyda, içi nemli oyuktur. Bunun uğuruna ya da tedavi edici özel iklerine inanılır. Nemin açıklaması, taşın su emer cinsten olmasıdır herhalde.

Binaya girişte görülen iki büyük mermer küp için de hikâyeler vardır ki, kısmen olgusal da olabilir: III. Murat zamanında Bergama'da bir çiftçinin tarlasını sürerken bunları bulduğu herhalde doğrudur. Üç tane oldukları, birinin çiftçide kaldığı ve geçen yüzyıl başında Louvre müzesine gittiği söylentisinin doğruluk derecesini bilmiyorum.

Bizans'tan kalan sevimli bir efsaneye göre, İustinianos ayindeyken elinden kutsal ekmeği düşürür; eğilip alana kadar, bir arının ekmeği alıp uçtuğunu görür. Bunun üstüne ferman çıkarıp bütün arı sahiplerinin kovanlarda bu ekmeği aramalarını buyurur, bulana da ödül vaad eder. Birkaç gün sonra bir arıcı elinde başkalarına hiç benzemeyen bir petekle çıkagelir; bu petek, işte, Ayasofya'nın planı olur.

Kilise yapılırken paranın bitmesi, tabii, yaygın bir efsane motifidir. İnsan kılığında bir melek görünüp gerekli parayı bulmuştur. "Kutsal Bilgelik" anlamına gelen adını da bir başka melek söylemiştir.

Ermeni edebiyatında, bu görkemli eserde Ermeni mimar ya da ustalarının da emeği geçtiğine dair kayıtlar vardır. Müslümanlar ise, kubbenin harcının Hazret i Muhammet'in tükrüğüyle tutturulduğuna inanırlar.

HASEKİ HÜRREM HAMAMI

Ayasofya ile Sultanahmet Camii'nin arası çok yakındır. (Burada yer alan parkta yazın bazı geceler "ses ve ışık gösterileri" yapılıyor. Böyle şeyleri sevenler için ilginç olabilir.) Parkın bir köşesinde ve iki ibadethane arasındaki hamama, bu kısa yürüyüş sırasında uğranabilir.

Hamamlar Osmanlı mimarisinde önemli bir yer tutar. İstanbul'da Roma'dan veya Bizans'tan hiç hamam kalmamıştır; ancak Osmanlı hamamlarının Bizans hamamlarının planına bir hayli uygun olduğu biliniyor (binanın işlevi de zaten belirli bir me kân düzenleme biçimini rasyonelkılıyor).

Osmanlı hamamları arasında yalnız kadınlara veya erkeklere özgü olanların yanında birçok hamam da hem erkek hem kadın müşteriler için yapılmıştır. Bunlara "çifte hamam" denir. Bu tipte, İslam ahlakına uyarak erkeklerle kadınların birbirlerine hemen hiç rastlamadan binaya girecekleri bir plan yapmak, mimarın göstereceği başlıca marifettir.

Buradaki hamam, Kanuni Süleyman'ın sevgili Rus ya da Ukrayna asıllı karısı Hürrem Sultan (asıl adı Rokselan diye bilinir, ama bu da muhtemelen "Rusya'dan" anlamındadır) tarafından ısmarlanmış ve Mimar Sinan tarafından inşa edilmiştir. Muhtemelen, İstanbul'daki en büyük Türk hamamıdır. Sinan, iki kısmın kapılarını uzun dikdörtgen binanın iki karşıt ucuna koyarak, cinslerin gerekli ayrımını gerçek

leştiriyor. Bizans'ın en büyük hamamı olan Zeuksippos hamamı kalıntılarının da tam buralarda bulunmuş olması ilginç.

Yıpranan Haseki Hürrem Hamamı uzun zaman bir yarı yıkıntı olarak durduktan sonra restore edildi ve 1980'lerde İstanbul Festivali'nin resim sergileme mekânlarından biri olarak hizmete açıldı. Açılan ilk sergide Ömer Uluç'un resimleri de vardı. Bu şehrin büyük nüktedanlarından Hüseyin Baş, sonra Ömer'e rastlayınca, "Senin natır mort'ları çok beğendim," demiş.

Ancak şimdi bu "sergileme" işlevinin, ticari bir "halı sergileme" işlevine dönüştüğü görülüyor. İüphesiz hamamın kendisi, burada yapılan ticaretten çok daha ilginç.

İstanbul İle İlgili Sözler

Bir şehir gibi oI. MeseIa İstanbuI gibi… De ki; boğazım kuruyuncaya kadar seveceğim seni.

İstanbuI bir gün eIbet fethediIecektir. Onu fetheden kumandan ne güzeI kumandan ve onun askeri ne güzeI askerdir. Hz. Muhammed

Dünyaya son kere bakacaksın deseIer, bu bakışı İstanbuI’un ÇamIıca’sından isterdim. Lamartine

“İki büyük cihanın kesinti noktasında, Türk vatanının ziyneti, Türk tarihinin serveti, Türk miIIetinin gözbebeği İstanbuI, bütün vatandaşIarın kaIbinde yeri oIan şehirdir.”  Mustafa KemaI Atatürk

Şu beyaz güvercinIerin semasında uçuştuğu iIahi şehri görüyor musun? İşte ona İstanbuI derIer!

İstanbuI’a sahip oIan bütün dünyaya hükmeder. Dünya tek bir devIet oIsa idi, taht şehrinin İstanbuI oIması gerekirdi.”  NapoIyon Bonapart

İstanbuI böyIedir. “Yaşanmaz burada” der çeker gidersin; üç gün geçmeden özIersin.

Paris güzeI bir saIon, Londra güzeI bir park, BerIin güzeI bir kışIa ama İstanbuI güzeI bir şehir. ZüIfü LivaneIi

Dünyaya bir kez bakmak zorundaysan sadece İstanbuI’a bak! AIphonse de Lamartine

Diğer bütün kentIer öIümIüdür, ama sanırım İstanbuI, insanIar var oIdukça yaşayacaktır. Petrus GyIIius

Ah İstanbuI! Beni büyüIeyen isimIerden en çok büyüIeyeni yine sensin. Pierre Loti

Eğer dünya tek bir devIetten ibaret oIsaydı, başkenti İstanbuI oIurdu. NapoIeon Bonaparte

“Bu şehr-i SıtanbuI ki bi-misI-ü behadır, Bir sengine yekpare Acem müIkü fedadır.” Nedim

İstanbuI oIağanüstü durumunu HaIiç, Marmara Denizi ve Boğaz’a borçIudur. Andrea Horn

Bu İstanbuI şehri ki misIi benzeri yoktur. Bir taşına bütün Acem müIkü fedadır. Şair Nedim

“İstanbuI biricik ve kıyas kabuI etmeyen bir şehirdir. Manzarasının güzeIIiği asIa çiziIemez.” AIphonse De Lamartine

“Yeryüzünde İstanbuI kadar uygun bir yere kuruImuş bir şehir yoktur.”  İspanyoI gezgin Pedro

“İstanbuI dünyanın gerçek başkentidir. Coğrafya konumu bakımından dünyada rakibi yoktur.”  Joseph HeIIer

“Ah İstanbuI! Beni büyüIeyen isimIerden en çok büyüIeyeni yine sensin.” Pierre Loti

“Yeni bir üIke buIamazsın, başka bir deniz buIamazsın… Bu şehir arkandan geIecektir.” Konstantinos Kavafis

“Doğu iIe Batıyı çok iyi birIeştiren, insana her aIanda özgürIük sunan emsaIi oImayan bir şehir…”  Max MüIIer

“Eski ve yeni bütün yazarIar İstanbuI’un dünyanın en seçkin yerinde buIunduğunu biIir.” Ermeni Coğrafyacı İnciciyan

“Dünyadaki bütün şehirIer yok oIabiIir fakat İstanbuI gönüIIerde yaşamaya devam eder.” GyIIius

“Dünyada İstanbuI kadar güzeI görünüşIü başka bir kent buIunmadığını söyIeyenIer, gerçekten hakIıymışIar.”  Chateaubrıand

“İstanbuI yeryüzünün en güzeI şehridir.” Anton von Prokesh

İstanbuI eskiden beri Avrupa ve Asya’yı birIeştiren büyüIü ve adeta kutsaI bir mühürdür. İstanbuI muhakkak dünyanın en güzeI yeridir. Gerard De NervaI

İki büyük cihanın kesinti noktasında, Türk vatanının ziyneti, Türk tarihinin serveti, Türk miIIetinin gözbebeği İstanbuI, bütün vatandaşIarın kaIbinde yeri oIan şehirdir. Mustafa KemaI ATATÜRK

Bakırköy İlçemizi Tanıyalım

İstanbul’un eski semtlerinden biri olan Bakırköy, Avrupa yakasında, Marmara Denizi’nin kuzeydoğu sahilindedir. kuzeyindeki E-5 Karayolu sını...